UZAY DUR BURADA İNMİYORUZ

Kilise Düdeni, Antalya , 16-20 Şubat 2022

Geziye Katılanlar: Eylül Horoz, Kardelen Gülbenay Nurdoğan, M. Enes Avukat, İrem Kapucuoğlu, Uğur Özkan, Nehir Güner, Barış Papila, Beliz Aydın, Aleyna Cingöz, Eren Eraşçı, Ahmet Kemal Arapoğlu, Murathan Dernekli, Mehmet Mir Said Elçi, İbrahim Öğütcü, Melih Ede, Diego Fernandez Rueda, İpek Cerrahoğlu, Tarık Doğan, Oğuzhan Altıntaş, Ayberk Denli, Habib Uzay Atasoy, Selin Erman, Enes Mutta, Tuğba Demir, Sena Türkü Çakmak, Özlem Kaya, Emre Can Güzel.

Selam dostum. Bugün sana geçen hafta gerçekleştirdiğimiz kış gezisini anlatacağım. Kulübe başladığımdan beri bahsedilen ve oldukça merak ettiğim birçok şeyden birisi kış gezisiydi. Genel anlamda diğer gezilerden daha uzun sürdüğü, koşulların daha zor olduğu ve benzeri birçok sebepten gözüme biraz korkutucu geliyordu. Havanın sürekli soğuk olacağını, sürekli ateşi yükseltmek için odun aramaya çıkacağımızı, geceleri uyumaya çalışırken soğuktan iliklerimizin titreyeceğini düşündüğüm bi geziydi aklımdaki. Dupnisa Mağarası’na yaptığımız eğitim gezisinden edindiğim tecrübeyle nasıl hissedeceğimi tahmin edebiliyordum. O kadar soğuk ki yerinde sabit duramayacak kadar hareket etmek istiyorsun. Kabus gibi ama yine de o en soğuk anları bile yatağımın sıcaklığına ve konforuna tercih edebilirim.

Neyse devam ediyorum. İki eğitim gezisinden sonra üçüncü gezimiz dikey bi mağara olan Cinlikuyu Mağarası’na olduğu için srt eğitimlerimizi tamamlamış ve antrenmanlarımızı yapmıştık. Mental anlamda dikey bi mağaraya inmenin ne demek olduğunu anlamıştık. Göbek bağının ne kadar önem arz ettiğini, desandörü sıkı tutmazsak ve yeteri kadar pay vermezsek kilit atarken ne gibi sıkıntılar yaşayacağımızı, her seferinde bize en az iki emniyet, bir emniyete düşmek yok demelerinin nedenini, iniş esnasında sağ elimizde olan ipi neden bir an olsun bırakmamamız gerektiğini öğrenmiştik.

Bir an önce kış kampına gidip yeni bi mağarayı görmeyi, yeniden korku ve heyecan arasındaki o tatlı duyguyu hissetmek istiyordum. Mağaraya girmek kendimi prestijli hissettiriyor çünkü etrafımdaki insanlara bundan bahsettiğimde bana deli gözüyle bakıyorlar. Bu olay benim çok hoşuma gidiyor. Zaman geldi çattı bir mağaraya karar verildiğini duyurdular. İsmi Kilise Düdeniymiş ve Antalya’daymış. İnanılmaz. Düşündüğüm o soğuk titreten havalarda içlik giyme muhabbeti bir anda bitti çünkü Antalya sıcaktı. Hemen hava durumuna baktım ve Antalya’nın yaklaşık on yedi santigrat derece olacağını gördüm. Her ne kadar konfor alanımdan uzaklaşmak hoşuma gitse de on yedi dereceyi görünce içimde ister istemez harika bi neşe baş gösterdi. Nihayet ılık bi havada sanki piknik yapıyormuşuz gibi kamp yapacağız, düşüncesi bile harika.

Ben Kayseri’den yolculuğa çıkacaktım ve benim gibi birkaç arkadaşım da başka illerden yolculuğa çıkacaktı. Çoğunluğumuz İstanbul’dan topluca seyahat ettiler. 15 Aralık Salı günü yola çıkmak için kamp çantamı hazırladım tüm eşyalarımı topladım ve otobüse yetiştim. 10 saat süren yolculukta her zaman olduğu gibi 1 saatten fazla uyuyamadım. Sabah 7 de Antalya Otogarına vardım ve iner inmez gördüğüm manzara harikaydı. Duvara yaslanmış yirmi – yirmi beş tane kamp çantası, yere serilmiş matların üstüne oturan, yatan ve yemek yiyen üşümüş insanlar. Avrupa’da mülteci olsak muhtemelen buna benzer bi görüntü olurdu. Çantamı aldıktan sonra koştum yanlarına, özlemişim, herkesle ufak bi sohbet ettikten sonra kampta oynarız diye getirdiğim topu attım ortaya ve bir anda herkesin içinden çocukluktan kalma futbolcu çıktı. Yaklaşık 15 kişi Antalya Otogarının bir köşesinde çember oluşturmuş ortada sıçana benzer bir oyun oynadık. Ben zaman zaman yorulup başkalarıyla sohbet edip dinleniyordum ancak bazılarımız sandığımdan daha dayanıklı çıktı. Bir saate yakın top oynadık ve muhtemelen hepimizin vücudu ısındı. Birkaç kere yabancıların sırtına şut çekmiş olsam da eğlenceli bi aktiviteydi. O sırada altın rengi ışıklarıyla güneş doğuyordu. Anlayacağın güne başlayabileceğimiz en güzel şekilde başladık. Sabah Futboluyla.

Her ne kadar benim yolculuğum çok sıkıcı geçmiş olsa da, diğerlerinin yolculuğu benimki kadar sıkıcı geçmemiş anlaşılan. Onlar yoldayken birkaç komik an yaşamışlar ama en sevdiğim Uzay’ın yanlış durakta inme hikayesi. M1 metrosunda Yenikapı’ya gelirken herkes çantaları bir tarafa toplamış ve oturmuş. Uzay kulaklığını takmış tatlı tatlı Cem Karaca – Tamirci Çırağı dinliyormuş. Tabii bu hikayeyi kendime göre şekillendirmek istediğimden, öyle hayal etmek istiyorum. Vezneciler durağına gelirlerken son durağa yaklaşıldığını ve yavaştan çantaları sırtlarına almaları gerektiğini söylemişler. Şans eseri metronun takip ışığı bozulmuş ve bir sonraki durağı yenikapı göstermiş. Uzay son durak kısmını duyduktan ve yenikapı durağının ışığının yandığını gördükten sonra almış Said’in çantasını yürümüş kapıdan dışarı. Said arkasından koşmuş, yine benim hayalime göre, rönesans tablosuna benzer bi edayla herkesin elleri Uzay’a doğru açık bir şekilde bakarken bağırıyorlar ve Uzay arkasına bakmadan yürüyor. Said çantayı çekiştirmiş ama Uzay Said’in ‘’Çantanı ben taşırım’’ dediğini düşünmüş olacak ki erkeksi bir sesle ‘’Ben bunu taşırım’’ demiş. Sonra Said zar zor çekmiş Uzay’ı metronun içine ama az kalsın uyku tulumunu kaptırıyorlarmış metronun vahşi kapısına. M2 metrosuna binince artık espriler dönmüş, Uzay bu durak değil. Bu durak değil Uzay.

Antalya’nın güzelliğine zaten kamp alanına varana kadar hayran olmuştum. Yolları, ışıkları, evleri, Toros Dağları ve her yerde mis gibi kokan limon ağaçları. Şehir beni resmen içine çekmişti. Kamp alanına vardığımda harika bi ormanın içinde bulunduğumuzu fark ettim ve bu sefer etrafta bizi rahatsız edecek sesler çıkartacak bir şeyler yoktu. Çadırımı kurdum matımı ve uyku tulumumu yerleştirdim. Ve nihayet biraz uyuyabildim. Uyandığımda saat akşam yediye geliyordu, her ne kadar uykumu alamasam da tatlı gelmişti. Çıktım dışarı birkaç kahkaha ve parlakça yanan bi ateş. Gün batmış, yerini tatlı bi soğuğa bırakmış. Birkaç saat ateş etrafında takıldıktan sonra çadırıma gidip uyudum. Sabah Ayberk beni uyandırdı. Kahvaltı şiftindeymişim. Nehir, ben, Ayberk, söylenilene göre kamp tarihinin en büyük porsiyonlu en güzel menemenini yapmışız. Tabii bunlar abartı. Abartı. Bence sebze çeşnisinin payı çok büyük. Tuzu da unutmasaydık iyiydi. Nehir kimsenin uyanmayacağını, şift mağaraya girdikten sonra çayımızı içip tatlı tatlı sohbet edecebileceğimizi söyledikten 5 dakika kadar sonra uyumaya gideceğimi söyledim. Arkama bakmadan bir çift gözün ihanete uğramışçasına baktığını hissediyordum.

Uyandığımda saat bire geliyordu. Uyku tulumundan üşüyeceğimi düşünerek çıksam da hiç üşümemiştim ve altımda şort, üstümde tişört vardı. Çadırdan çıktım. Hava harikaydı. Hiç istifimi bozmadan şort-tişört geçirdim önümdeki birkaç saati. Saat dörde gelirken daha kalın kıyafetler giyip nöbet yerine geçtim. Önce Aleyna, ben, Ahmet Kemal nöbet tuttuk daha sonra Özlem geldi, Aleyna ve Ahmet Kemal kamp alanına döndüler. Onunla biraz sohbet ettik. Nöbet yerimiz harika bi kayanın altı ve ağaçların yanıydı. O gitti Kardelen ve Melih geldi. Sohbet aktıkça orada durasım da geldi. Ardından şiftten çıkanlarla sohbet ettik. Kardelen gittikten sonra Bülent şiftten çıktı ve normalde yukarı çıkması gereken yola doğru yürümedi ben ona yanlış yönde olduğunu söyledikten sonra ‘’eh neyse buraya kadar geldik buradan çıkacağız yapacak bir şey yok’’ deyip ağaçların ve kayaların arasından çeviklikle tırmandı. Aradan ‘’şimdi burası kırılırsa statik bi etkiyle…’’ sözlerini duyuyordum. Bize birkaç dakika döşemenin önemini anlattıktan sonra o da kamp alanına gitti. Daha sonra Ayberk ve Eylül geldi onlarla sohbet ettik. Yedi saate yakın nöbetten sonra saat on veya on bir olmuştu ama zamanın nasıl geçtiğini fark etmemiştim bile. Kamp alanına gidip bir şeyler yedim ve daha sonra ateş başındakilerle vampir köylü oynadık. Ne yazık ki oyunu bitiremedik. Saat on iki olduğunda çadıra koştum sabah mağaraya girme düşüncesiyle uyudum.

Sabah kalktım içliklerimi uyku tulumunun içinde bıraktığım için ısınmışlardı ve gönül rahatlığıyla giyip çadırdan çıktım. Kahvaltı esnasında komik ve bi o kadar tehlikeli anlar yaşandı. Alev çok yükseldi ve tencerenin içindeki yağı yaktı. Tencerenin içi alev alev yanarken ateşin başındaki altı kişi yani biz öylece otuz saniyeyle bir dakika arası izledik sadece. Sonra Tarık’ın aklına bir çözüm geldi tencereyi ateşten uzaklaştırdı. Yaptığı muhtemelen mantıklı bi hareketti ve mantıklı bi insan olduğunu düşündüm, birkaç saniyeliğine. Tencereyi eline aldıktan iki saniye sonra uyku sersemliğiyle tencerenin içine üfledi ve ateş bir anda yüzüne kadar yükseldi. Refleksi iyi olacak ki hiçbir kirpiği yanmadı ama hepimiz kahkaha atmaya başladık. Daha sonra otların olmadığı bi yere koydu. Kapağını kapatıp oksijenini kesmeyi düşündük, kapattık ama kapak tam oturmadığı için alev küçülmedi. Daha sonra ateş başındaki bir bilge tencereyi bir anda ters çevirmeyi önerdi ve tencereyi bir anda ters çevirdiler. Tabii yağ tüm yüzeye yayıldı ve toprağın üstü yağ ile alev alev yanmaya başladı. Bir çeviklikle toprağı ateşin üstüne attım ve söndü. Anlayacağın uyku sersemliği hepimize vurdu. Bitmedi tencereyi temizleyip ikinci kahvaltı deneyimine başladığımızda, karıştırırken yemeği döktük. Komik anlar üst üste geldikçe normal olan şeyler bile komik gelmeye başlamıştı ve güne bol kahkahalarla başladık.

Kahvaltıyı yapıp, tulumumuzu giyip, ekipmanlarımızı kuşandıktan sonra mağaraya doğru yol aldık. Herkes mağaranın altındaki altmış metre serbest düşüşten bahsediyordu. Mağara beni biraz ürkütmüştü bu yönden. Mağaraya indik, yirmi beş metrenin başına geldiğimizde yüksekliği pek korkutmamıştı. Mağara her zamanki gibi göz alıcıydı. Her bir dokusu ayrı işlenmiş suyun yol göstericiliğiyle kendini bulmuş bi mağaraydı. Altmış metreye geldiğimizde aşağıya ışık tuttum, karanlıktı. Yükseklik korkum yok ama tüylerim ürperdi. Hiçbir şey görünmüyordu ve sağda solda çarpabileceğiniz bir yer yoktu. Önce Kardelen indi. İp boş dedikten sonra tamam diyip inişe geçtim. İnerken yirmi metrelik bir binadan indiğimi düşününce içimde büyük bi heyecan hissettim. Mağara duvarları yavaş yavaş yukarı çıkıyor. Ben ipten iniyor gibi değilim de ip yukarı çıkıyormuş gibi bi his. Yarım kilit atıp biraz bekleyip öyle devam ettim inişe, aşağı indiğimde desandör dokunamayacağım kadar sıcaktı. Bir arkadaşım sıcaklığını diliyle test etmeye kalkmış. Ben o cesarete erişemedim. Herkes indikten sonra şift yemeğimizi yiyip suyumuzu içtik. Şimdi geldik zurnanın gerçekten zort dediği yere. Altmış metre çıkış. Başladım cumarlamaya kırk metreye yedi dakikada geldim. Son yirmi metrede nefesimi artık kontrol edemiyordum ve yirmi metreyi de yedi dakikada çıktım. Harika bi deneyimdi çünkü bacaklarının ve kollarının koordine çalışması gereken bi egzersiz aslında. Diğerlerinin çıkmasını beklerken yorgunluktan az kalsın uyuyacaktım. Herkes geldikten sonra şarkılar söyleyerek mağaradan çıktık. Bülent’in çıktığı yerden çıkma dürtüsü geldi içimden ve denedim. Önce bir ağacın üstüne daha sonra kayanın üstündeki birkaç çıkıntıdan destek alarak yukarı tırmandım. Minik bi başarı duygusuyla nöbet yerindeki matın üstüne yattım. Bir yirmi dakika dinlendikten sonra kamp alanına geçtim.

Millet voleybol oynamış, ip atlamış, ne yazık ki hepsi ben ya mağaradayken ya nöbetteyken gerçekleşmiş. Cumartesi günü kamp alanına veda edip otogara gittik. Biraz dinlenip yemek yedikten sonra ayrılık vakti geldi. 5 günlük macera güzel anıları konuşarak bol kahkahayla son buldu. Diego’nun oyma aletleri. Getirdiği kınayla herkese dövme yapması. Kardelen’in Melih’in koleksiyonuna katacağı su şişesini neredeyse açması ve Melih’in aşırı tepki vermesi. İki köpeğin mağaranın girişine kadar Said’leri takip etmesi ve ‘’Taaaaşşş’’ diye köpekten bahsetmeleri. Otobüsten gelirken ay ak masajına milletin para yağdırması. Benim hiçbir zaman unutamayacağım kocaman kafalı Sivas kangalı. İsmini Appa koyduk kafasının üstündeki desenler Appanınkilere çok benziyor ve kafası büyük diye. Bülent’in kampa gelirken 4×4’ün tüm özelliklerini kullanmaya çalışması. Geçilmedik su birikintisi kırılmadık dal bırakmamasına rağmen yine de kamp ateşinin yanına arabayla gelememesi e tabi 4×4’ün de bir sınırı var tabii. Ayberk’in yağmurdan, böcekten korunaklı hamak kurması. İstanbul’a götüremediği harika kamış. O mükemmel torku fındık ezmesi. Kutsal damgayla damgalanmış sarı beyaz ilahi köpek. Diego’nun çadırına giren kedi. Ve son olarak kamp ateşinin yanındayken ışıkları ağaçların arasından süzülen devasa görünen Ay. Anlayacağın harika bi kış gezisiydi. O lanet tırtıl hariç.

16 Şubat 2022

  • Döşeme Ekibi: Emre, Kardelen, Eylül, İrem, İbrahim (12.40-17:50) Kurtarma Saati: 19.00
  • Uğur, M.Enes, Ayberk, Selin (17.10-21.40) Kurtarma Saati: 22.30
  • Fotoğraf Çekimi: Özlem, Barış (15.00-19.04) Kurtarma Saati: 21.00

17 Şubat 2022

  • Beliz, İbrahim, Tarık, Melih (9.10-14.00) Kurtarma saati: 15.00
  • İrem, Eylül, Eren, Tuğba, Barış (11.45-17.05) Kurtarma Saati: 19.00
  • Emre Can, Bülent, Türkü, Uzay, M.Enes (15.00-19.15) Kurtarma Saati: 22.00
  • Uğur, Aleyna, Kemal, Diego, Said (18.00-23.00) Kurtarma Saati: 00.30

18 Şubat 2022

  • Beliz, Kardelen, Murathan, Simon, İpek (10.00-14.45) Kurtarma Saati: 17.00
  • İrem, Eylül, Oğuzhan, Enes, Nehir (14.00-17.00) Kurtarma Saati: 20.00
  • Toplama Ekibi: İbrahim, Uğur, Uzay (17.00-20.15) Kurtarma saati 00.00

Gezi Yazısını Yazan: Murathan Dernekli

Düzenleyen: Beliz Aydın