YOLUNDA GİDEN HER ŞEYİ YOL KENARINDAN İZLİYORUM

Taşoluk Mağarası, Sakarya, 18-20 Mart 2022

Geziye Katılanlar: Beliz Aydın, Eren Kenan, Seyyidi Kerim Parlak, Anıl Alyanak, İbrahim Öğütçü, Tarık Dogan, Eylül Horoz, Gamze Özbay, Oğuzhan Altıntaş, Mehmet Mir Said Elçi, Eren Eraşcı, Nehir Güner, Mert Erişen, Hüzeyfe Burak Arslan, Mehmet Niyazi Karacalar, Dilge Dağ, Ömer Tarık Karaca, Ömer Lütfü Karakelle, Muhammet Karabulut, İrem Canbazoğlu, Kübra Duymuş, Mehmet Demirkıran, Osman Kalkan, İlayda Apaydın, Rozelin Kartal, Talha Acar, Edanur Aydoğan, Mızgin Satılmış, Zeynep Temizel, Damir Farhody, Baraa Yaghi, Berkay Malgır, Melih Ede, İpek Cerrahoğlu.

On Sekiz Mart Akşam Saat 19.00

Karlı ve sadece daha fazla karlı bir cuma gününde insanlar kulüp odasına otobüs saatine kadar yavaş yavaş geldiler. Gerekli çantalamalar yapıldı ve kamp malzemeleri ayarlandı. Saymanlar gerekli alışverişi tamamlarken bir önceki Kilise Gezisinden kalan beş kiloluk peynir tenekesinin bozulup bozulmamış olduğu akşamın merak konusu olmuştu. Sonunda Niyazi’nin herkesi ikna eden bilimsel konuşmasıyla yeni alınan peynirlerin iade edilmesine ve hiç açılmamış beş kiloluk peynirin “iyidir iyi” temennileriyle kampta kontrol edilmesine karar verildi. Her şeyden bağımsız arka planda yağan ve daha fazla yağmaya devam eden kar ise akıllardaki “Kamp yeri nasıl olacak?” sorusunu acaba “Kampa varabilecek miyiz?” sorusuna çoktan bırakmıştı. Saat 20.00 de kalkacak otobüsümüze binip yola çıkmayı beklerken dışarda ağır ağır yağan karı izlemek güzeldi.

Aynı akşam 21.30 suları

Otobüsün beklenen saatten geç geleceği anlaşılınca insanlar –doğal olarak- sıkılmaya başlamıştı. Kar ve sıkılmış bir insan güruhu tehlikeli bir kombinasyondur. İnsanlar kulübün dışına pusu kurup dışarı çıkanları avlamaya başladılar. Ben bu durumu pek önemsemeden dışarı çıkarken “Beni nası olsa..” cümlesini tamamlayamadan kafama bir kartopu yedim. Daha sonra pusu kurmuş iki kardeş grup arasında-bir gruba katılıp diğer gruba kartopu atarak- bir iç karışıklık çıkarmaya çalıştım ve sonradan öğrendiğim kadarıyla başarılı da olmuşum. Bu şekilde pusu tayfanın hızı da biraz kesilmiş oldu.

Saat 23.30 u gösterirken..

Saat on bir buçuğa geldiğinde hala okuldan ayrılamamıştık. Birkaç saattir ortalıkta kulaktan kulağa dolaşan “Otobüs 5 dakikaya geliyomuş” söylentisi artık kötü bir bir mizah ögesi olmaktan öte gidemiyordu. Kulüp odası ve çevresine yayılmış ceumak ve itümak insancıkları artık “Kamp yerine varabilecek miyiz” de demiyorlardı. Yeni soru: “Otobüs gerçekten gelecek mi?” ya da Melih in daha naif deyimiyle “Servisçi bizi kekliyor muydu?”.

Bu esnada keyfimiz aslında çok da kötü değildi çünkü kulüp odası açıktı ve müzik dinleyip muhabbet ediyorduk. Niyazi’yle karlar içindeki kamp alanını hayal ediyor ve üstsüz nasıl seksi pozlar verebileceğimiz üzerine kafa patlatıyorduk.

Gece yarım olmuştu…

Kulüpteki -otobüsün gelmesine- 5 dakika kalan dördüncü saatimize girdiğimizde geziye gitmek yerine Dilgelerin evine gidip poğaça yapma fikri hepimize daha cazip gelmeye başlamıştı..

Ve nihayet 00.45

Niyazi acaba geziyi iptal mi etsek düşüncesiyle diğerleri ile konuşmaya gidiyordu ki bir ses odada patladı: “Otobüs geldi haydi toparlanın gidiyoruz!”.

Hep birlikte çantaları, malzemeleri hızlıca toparladık. El birliği ile araca yükledik. Yolu izlemeyi sevdiğim için en öne oturmuştum. Bu nedenle şu cümlelere kulak misafiri olabildim. Şoför, muavine “Bak elin hala kanıyor” diyordu ve muavin ise buna  “Kaçtı o adam. Kaçmasaydı kafa da atacaktım.” şeklinde cevap veriyordu. Şoförlerle ilk izlenimim diğer gezilere kıyasla görece yakın bir konum olan Sakarya ile aramızda uzun bir gece olacağı sinyallerini vermişti. Kulak misafiri olduğum cümleler ise otobüsün geç kalmasına yönelik senaryoları kafamda döndürmeye yetmişti.

Kenan Eren in –belli ki geç kalmasına neden olan birtakım sıkıntılı olaylar yaşamış- gergin haldeki şoförlerle kurduğu iyi iletişim ise ortamı hızla yumuşatmıştı. İTÜ Stadyumunun yanındaki yokuşta araç kayar gibi olduysa da bu ilk sınavı sıkıntısız atlatabildik.

Yolculuğun geri kalan kısmı ne gibi zorluklara gebeydi. Bunu göreceğiz…

Sabaha karşı 04.45 gibi

Yolculuğun geri kalan kısmı hiçbir zorluğa gebe değilmiş. Aşırı karlı ve daha fazla karlı yollar üzerinde ayağını frene bir saniyeliğine değdirmeye tenezzül etmeyen -ve agresifliğini üzerinden artık atmış olan- şoförümüz bizi sıkıntısız şekilde kampımıza kadar götürdü. Bu nasıl oldu şaşırmadım desem yalan olur sanırım.

Sabah 5.00

Hayır, aslında öyle olmadı! Erken konuşmuşum. Taşoluk Sapağına gelene kadar aslında her şey yolundaydı. Bu sapakta kampla aramızda son 4 kilometrelik ufak bir rampa kalmıştı. İşte tam bu yolun başında -yerler buz tutmuş halde olduğundan- pati çekmeye başladık ve burada kalakaldık. Konunun ciddiyetine son derece vakıf şoför kendi kendine sesli bir şekilde “Burayı çıkamayız!” dedi ve fakat ekledi “Ama yine de denicem!”. Yolculuğun zor kısmı ise bu dakikadan sonra başladı diyebilirim. Cengâver şoför dayının yokuşu kabak lastiklerle aşma çabası ne yazık ki aracın kayarak yolun kenarındaki su harkına düşmesiyle sonuçlandı. Bir sonraki sahne ise mağaraya girmek hevesiyle İstanbul’dan yola çıkan bir grup gencin kendini Sakarya’da 45 kişilik bir otobüsü karlı bir yolda yokuş yukarı itmeye çalışmasıyla devam etti. Mağaracılıktan öğrendiğimiz birlik ruhunu var gücümüzle 45 kişilik otobüsü kayan zemin üzerinde yokuş yukarı ittirmeye çalışarak göstersek de bir sonuç alamadık. Artık geriye yardım almaktan başka yapacak bir şey kalmamıştı. Biz de soğuktan korunmak için hemen dibimizdeki camiye sığındık.

Camideki klimaları çalıştırmayı başaramayınca otobüsün daha sıcak olabileceğini tahmin edip otobüse geçtim. Tahminimde yanılmamışım. Yapacak başka bir şey olmadığını anlayınca uyumaya karar verdim. Gürültüye uyandığımda şoför dayı otobüsü yeniden kurtarmaya çalışıyordu. Fakat otobüste anlayamadığım bir gariplik vardı. Daha sonra Kenan Eren in demesiyle anladım ki bu sırada otobüsün ön tarafı 1 metre havaya kalkmış. Bense bunun farkına varmadan dışarıdaki insanların otobüsü videoya almasını merakla seyrediyordum.

Özetleyecek olursak yardıma gelen bir jandarma ekibini ve ardından büyük bir kar tuzlama aracını gördüm. Bir dayı -sağ olsun- yolu tuzlayarak aracın çıkmasına yardımcı oluyordu. Bu Hızır gibi yetişen dayının Niyazi olduğunu ise çok sonra Beliz’in paylaştığı hikâyeden anlamam ilginç bir detaydı.

Gün ışırken köy muhtarının traktörü yardımıyla eşyalar kamp alanına taşınıyordu. Bu zamana kadar “Artık devam etmesek mi?” diye onlarca kez kafamızda dönen aynı soruyu son bir kez daha yenerek biz de kamp alanına yürümeye başladık.

Şimdi bu satırları yazarken çadırımın içindeyim ve nispeten zor saatleri atlattığımızın farkında olarak mutlu olduğumu hissedebiliyorum.

12 Mart Cumartesi Sabahı

Kampımızı mağaraya yaklaşık bir buçuk kilometre uzaklıktaki bir hayratın içine kurmuştuk. Her yer bileğe kadar gelen bir kar tabakasıyla kaplıydı. Elbirliği ile tente gerildi, yemek ve malzeme çadırı kuruldu. Kimisi önceki gecenin yorgunluğu ile kendi çadırını kurup çadırına çekilirken (ben de birinci gruptaydım) elini taşın altına sokan diğerleri ise ateş yakmak, yemek yapmak gibi işler ile ilgileniyordu. Eraşçı Eren in iki eliyle birden yumurta kırma becerisini bu esnada geliştirmeye çalışması ise pişireceğimiz yumurtanın biraz kabuklu olmasına ya da yumurtanın kabuksuz fakat tencerenin dışında bir yumurta olmasıyla sonuçlanıyordu. Bir önemli bilgi daha: Niyazi yine haklı çıkmıştı. Dikkatli okuyucuların hatırlayacağı şaibeli peynir tenekesi aklanmıştı. (Yedik).

Kamp alanımız fena olmasa da bir kötü tarafı vardı: Bu alan biz gelmeden çok önce çoktan sahiplenilmişti. Sahipleri ise köpeklerdi. Onları kamp alanının içinden asla dışarı atamıyorduk. İşte bu sıralarda Kenan Eren bir köpek hırlaması duymuş ve sesten ürkerek derinden bir “hoşt!” çekmiş. Fakat sesin umursamadan devam ettiğini gördüğünde durumu kavramış ki bu bir köpek hırlaması değil Oğuzhan’ın horlamasıymış (real story).

Kar kampının bir zorluğu ise ıslak odunlardı. Tentenin altına yaktığımız ateş bizi ısıttığı kadar tütsülüyordu da. Ben ve gördüğüm kadarıyla başka birkaç kişi daha bu sebepten biraz ateşe yanaşıp, ısınıp biraz da rahatça nefes almak için ateşten uzaklaşarak optimum şartlar içinde bir denge yörüngesi yakalamaya çalışıyorduk. Isınmak isteyen nice gencin gözleri bu yolda helak oldular.

Ve mağara

Taşoluk Mağarasına daha önce girmemiştim. Sulu bir mağara olduğunu eskilerden duymuştum. Bu da eğer ilk şiftle girmiyorsam büyük olasılıkla ıslak bir tulum giyeceğim anlamına geliyordu. Karlı ve soğuk bir havada bir buçuk kilometreyi ıslak bir tulumla yürüyecektik. Ben de bu tatsız gerçeği kabullenmek için çadırıma çekilerek bir süre müzik dinleyerek -kendimce- bir çeşit terapi uyguladım. Ve çadırdan çıktığımda artık kendimi hazır hissediyordum.

Mağaranın hemen başlarında çenemize kadar suya girmemizi gerektiren kısım bence en zor yeriydi (mental bir zorluktan bahsediyorum). Suya girme psikolojisini burada aştıktan sonra devam etmek daha kolay oldu. Mağara içinde önceki mağaralarımda görmediğim kadar çok yarasa görmek de (uyuyorlardı) mağarayı benim için ayrıca ilginç kıldı.

Mağaradan çıktığımızda hava artık karanlıktı. Koca yürekli Beliz ve İbrahim bizden sonra bir başka şiftle daha mağaraya gireceklerdi. Sait, Ömer Tarık ve Kübra ile uzaktan gelen bir sonraki şiftin ışıklarını görerek biz de dönüş yoluna koyulduk.

Kampa döndüğümüzde yemek yoktu fakat Anıl ile Kenan Eren in yaptığı puding vardı. Yediğim en güzel kamp pudingi olduğuna eminim ama kanıtlayamam. Ateşin başında muhabbet etmek –tütsülenmeye devam etmek haricinde- her zamanki gibi güzeldi.

Pazar sabahına uyandığımda çadırımın fermuarını açtım ve etraftaki bembeyaz kar örtüsünü görmek kar kampına gelmekle doğru yaptığıma emin olmamı sağladı. Tabi hemen ardından ayakkabılarımın sırılsıklam olduğunu gördüm. Fakat kampın her zamanki kurtarıcısı çöp poşeti yine yalnız bırakmadı. Çorap ile ayakkabı arasına çöp poşeti sardığımda artık su geçirmez ayakkabılara sahiptim (kısa bir süreliğine).

Pazar sabahı son şift de mağaraya gidip döndüğünde kamptan ayrılmak için toparlanmaya başlamıştık. Otobüs geldiğinde, eşyalar yüklenince “klasik otobüs önü fotoğrafı” için toplandık. O sırada Kenan Eren, Eylül ve bir iki kişi daha kamp alanının eksik kalan mıntıkasını tamamlamaya çalışıyorlardı. Bu aslında topluca yapmamız gereken bir işti.

Dönüş yolunda herhangi bir sıkıntı yaşamadan kampüse vardık (gerçekten).    Ve böylece bir mağara kampı daha geride kaldı..

Ekipler:

19 Mart Cumartesi:

  • Birinci Ekip: Anıl, Niyazi, Rozelin, Mızgin, Talha (11.30-14.25) Kurtarma saati: 17.30
  • İkinci Ekip: Eren K. , Niyazi, Eren E. , Mert, Gamze, Osman (15.00-17.25) Kurtarma saati: 19.15
  • Üçüncü Ekip: Eylül, Kerim, Zeynep, İrem, Mehmet, Nehir (14.45-17.00) Kurtarma Saati: 20.00
  • Dördüncü Ekip: Beliz, İbrahim, Kübra, Ömer Tarık, Sait (17.25-20.25) Kurtarma Saati: 22.00
  • Beşinci Ekip: İlayda, İpek, Beliz, İbrahim, Berkay (19.35-22.40) Kurtarma Saati: 00.30

20 Mart Pazar:

  • Birinci Ekip: Kerim, Eren K., Burak, Melih, Ömer Lütfü, Edanur, Damir (09.30-12.30) Kurtarma Saati: 14.30

Gezi Yazısını Yazan: Tarık DOGAN

Düzenleyen: Beliz AYDIN