Sabahın Şerri Akşamın Hayrından Yeğdir

Tokar Ön Araştırma Gezisi, Antalya/Gazipaşa, 14-22 Haziran 2020

Geziye Katılanlar: Kardelen Gülbenay Nurdoğan, Bülent Efe Temür, Eren Kenan, Burak Çelikci.

Aylarca süren pandemi döneminden sonraki ilk gezimizin olmasının yanısıra benimde ilk yaz gezimin olacak olması beni ayrı bir heyecanlandırıyordu. Aylar sonra ilk defa görüşecektik, mağaraya girecektik ve kamp yapacaktık. Eren, Efe ve Burak İstanbul’dan geliyorlardı ve yolları uzun sürecekti. Onlar Antalya’ya ulaşana kadar heyecandan evin içinde dört döndüm diyebilirim.

Saatler sonra Antalya’ya ulaştılar ve evden çıkma zamanım geldi. Aylardır arkadaşlarımı görmüyordum ve hepsi fazlasıyla kilo almış görünüyordu. Tabiki de bunun epey dalgasını geçtim.

Hepimiz heyecanlıydık ve bunu ilk karşılaşmamızdaki gülümsemelerinden anlayabiliyordum. Hemen yola  koyulduk ve ilk hedefimiz Gazipaşa’ydı . Gazipaşa’da İsmet Amcalara uğradık, karnımızı doyurduk , kontakt numaralarını aldık ve yine geleceğimizin sözünü vererek yola devam ettik. Yolun yarısında Aydın Ağabey’i de alarak karanlık orman yollarında bilinmezliğe doğru ilerliyorduk ve Aydın Ağabey’in görüntüsü bana hiç güven vermiyordu açıkçası. Ama sağolsun bize çok iyi davrandı ve yardımcı oldu. Bir çay-kahve molasından sonra bize çadır kuracağımız yeri gösterdi. Gece olduğu için çok fazla çadır atacak yer arayamadık ve çardağın birine çadırlarımızı attık.

Sabah uyandığımızda herkesin suratında garip bir gülümseme vardı. Sanırım aylar sonra ev dışında bir yerde uyanmanın mutluluğunu yaşıyorduk. Hızlıca kahvaltı yapıp çadırlarımızı topladık ve Tokar yaylası yollarına düştük. Şarkılar, türküler eşliğinde yolda sakin sakin ilerliyorduk ta ki o harika dereyi görene kadar. Hemen arabadan inip dereye baktık ve atlasak mı atlamasak mı diye kendimizle büyük mücadeleler verdik. Derenin koordinatını alıp bir dahaki sefere -o sefer hiçbir zaman gelmedi- diyerek yola devam ettik. Tokar yaylası bir hiçliğin ortasında evlerin olduğu ama kimsenin yaşamadığı bir yer gibi gözüktü ilk başta. Hasan Ağabeyler dışında yaşayan da görmedik kaldığımız süre boyunca. Hasan Ağabey ile ilk karşılaşmamızda bize epey bir şüpheli yaklaştı ve öğrenci kimliklerimize bakmak istedi. Başlarda biraz gergin bir ortam oluşsa da Hasan Ağabey’in garip tavırlarını benimsememiz çok uzun sürmedi. Klasik cümlelerimizi kurup bize mağara göstermesini rica ettik o da evinin önünde bulunan mağarayı bize gösterdi. Efe ve ben ayların vermiş olduğu hasretle kaskları alıp mağara büyük bir hevesle atladık ve ölçüp çıktık. Daha sonra Hasan Ağabey iki tane karlık olduğunu söyledi. Biri yakın(!) biri ise uzaktaymış. ‘’Aaaa çok iyi!’’ diyip yakın olana gitmek için eşyaları sırtlandık ve yola koyulduk. Aşmamız gereken koca bir tepe vardı fakat bununla bitmiyordu maalesef. Daha ilk tepede 3 kere mola vermiştik ve aylarca yatmaya alışan kaslarımız isyan ediyordu. Efe bunu kabullenmeyip katır modunu açıp koşa koşa çıkmaya çalışsa da onun da tükendiğini görebiliyordum. Sonunda tepeyi aştık ve karşımızda uçsuz bucaksız kayalık bir arazi gördük.

Göze çarpan sadece iki elektrik direğinden başka hiçbir şey yoktu. İlk defa böyle bir yer görüyordum ve gerçekten harika bir manzaraydı. Mağaranın yerini tam bilmediğimiz için aramaya başladık. Ben “bir de şuraya bakayım” diye ekipten ayrılınca mağaranın ağzına çıkıverdim. Ve karşımda kocaman bir boşluk görünce arkamı dönüp avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. Uzun bağırmalı dakikalardan sonra yanıma geldiler ve onlar da mağaranın ağzının büyüklüğünü görünce bağırmaya başladılar. İlk işimiz tabiki de taş atmak oldu. O derinliği algıladıktan sonra Eren hemen kuşanmaya başladı ve ilk büyük denebilecek mağaramızın döşemesi başladı. Efe ve Eren hat kurmakla uğraşırken biz de boş durmayalım dedik ve Burak ile yüzey yapmaya karar verdik, ama iki akıllı gps almayı unuttuğumuz için sızlana sızlana geri döndük. Efe ve Eren mağaradan çıkmışlardı ve devam ettiğini söylüyorlardı, fakat saat artık geç olmaya başladığı için kamp alanına geri dönmemiz gerekiyordu..

Çadırlarımızı kurduk ve Hasan Ağabeylerin evine gittik. Mağarada fazla zaman geçirdiğimiz için Hasan Ağabeyler biraz endişelenmiş hatta diğerlerinin beni öldürüp karlığa attıklarını bile düşünmüşler. “Kadın cinayetleri arttı dikkat et guzum” nasihatlarını dinleyip  biraz oturduktan sonra çadırlarımızın yanına geçtik ve sonunda beklenen ana geldik: Nargile zamanı. Efe hiç üşenmeyip nargilesini getirmişti ve kamptaki en büyük eğlencemiz nargile olmuştu. Bu sayede ben de artık bir nargile bağımlısıydım ve nargile yapmayı öğrenmiştim.

Sabah uyandığımızda Eren ve Burak mağaraya girdiler. Onlar çıktıktan sonra Efe ve Eren hazır sıcakken diyip tekrar mağaraya girdiler ve mağaranın içinde tabirlerine göre koşmuşlar ama sonunu bulamayıp geri çıkmışlar. Daha sonrasında Efe ve ben önceki gün döşediğimiz ve ipleri bırakıp geldiğimiz Cula Deliği mağarasını ölçmek ve toplamak için yola çıktık.

Hava kararmak üzereydi. Yolda Hasan Ağabey’i gördük ve benim hayatım boyunca unutamayacağım o sözü söyledi: Sabahın şerri akşamın hayrından yeğdir-Bu sözün yaklaşık dört saat sonra ne kadar anlamlı olduğunu anlayacaktık- Biz de Efe ile birlikte Hasan Ağabey’e ‘Biz akşamları da mağaraya giriyoruz bize bir şey olmaz ‘ diyerek artistliğimizi yapıp yola devam ettik. Yolda giderken ‘Ya biz gece nasıl dönücez ‘ düşüncesi aklımdan geçse de Efe’nin ‘Döneriz ya’ sözleri içimi rahatlatmıştı sebepsizce. Keşke rahatlamasaydım da biraz daha sorgulasaydım. Mağaraya girip güzelce  ölçtük. Bitmediğine karar verdik ama kurtarma saatimiz yaklaştığı için mağarayı toplayıp çıkmamız gerekiyordu. Kampa hemen haber vermemiz lazımdı, fakat şansımıza telsizlerimizin çekmeyeceği tutmuştu. “Şu tepede çeker, bu tepede çeker” diye diye sonunda kaybolduk. Saat 12’yi bulmuştu, telsizlerimiz çekmiyordu, yanımızda gps imiz yoktu, kampın nerede olduğunu bilmiyorduk ve şansımıza gökyüzünde ay bile yoktu. Efe ile sırtımızda malzemeler, ayağımızda sarı çizmeler ve yarım şişe suyumuzla deli danalar gibi yürümeye başladık. Paniğimiz gittikçe artıyordu çünkü önümüzden başka bir yer göremiyorduk ve nereye gittiğimizi de bilmiyorduk. Ya ters yöne yürüyorsak düşüncesi bizi daha çok panikletiyordu. Çok sonradan aklımıza o koca arazide sadece elektrik direklerinin göze batacağı aklımıza geldi ve bu sefer de kafa lambalarımızı kapatıp karanlıkta elektrik direklerini aramaya başladık.. Buradaki görev bana düşmüştü çünkü maalesef Efe hiçbir şey göremiyordu. Efe’nin telsize ‘Eren kaybolduuk’ bağırışları eşliğinde elektrik direğine ulaştık ve 1 saatlik yürüyüşümüzün ardından orada bekleme kararı aldık. Efe’nin normalde umursamaz tavrına karşı bu kadar fazla panik olmasına aşırı şaşırmıştım, meğerse kurt uluma sesleri duymuş. Çığlık atarak elektrik direğine tırmanmaya çalışsa bile haklıydı.. Paniği az bile kalmış aslında. Birbirimizi sakinleştirerek kurtarma saatimizin gelmesini ve Eren ile Burak’ın bizi bulmasını beklemekten başka çaremiz kalmamıştı. Çünkü aklımıza yapsaydık kesin öleceğimiz saçma sapan fikirler gelmeye başlamıştı. Dakikaların saat gibi geçtiği sürenin sonunda bir ‘HEYYYOOO’ çığlığı duyduk. Hayatımda hiçbir ses sanırım beni bu kadar mutlu etmemişti. Daha sonrasında iki tepenin ardında bir ışık görünce Efe ile sevinç çığlıkları atıp birbirimize sarılıp mutluluktan zıplamaya başladık. Az önce yürümeye mecali olmayan ben o ışığa doğru koşuyordum. Burak ve Eren’e sanki yıllarca görüşmemiş gibi sarılıp neler yaşadığımızı anlatmaya çalışıyorduk. E tabi ki onlar da sırtında bir sürü malzemeyle kurtarmaya geldikleri için bize kızıyorlardı. Çok da haklılardı, ne gps almıştık yanımıza ne de kampın nerede olduğunu biliyorduk. Bodaslama çıkmıştık yola. Korku dolu saatler sonunda kampa ulaştık ve rahat bir yemek yiyip uyuduk.

 Sabah uyanıp asla sevmediğim ve sevemeyeceğim greçkadan kaşıkladım ve toplanıp tekrar Maha yaylasına gitmek üzere yola çıktık. Maha yaylasında yolda gelirken aldığımız bir ihbara bizi götürecek kişinin evini ararken arabada ‘Keşke düzgün bir kahvaltı etsek. Canım domates, kuru keş çekiyor ‘ diye sızlanıp duruyordum. Herkes de “tokuz yeni yedik” diye bana söyleniyordu. O kadar çok içten istemişim ki vardığımız evde teyze bize hemen bir kahvaltı sofrası kurdu. Az önce bana arabada söylenen arkadaşlarım benden çabuk yemeye koyuldu. Tok karınlarımızı biraz daha doyurarak ihbar olan mağaraya gittik ama maalesef büyük bir hüsranla geri döndük. Düden beklediğimiz mağara 10 metrelik bir delik çıktı. Biz de boş geçen bir günün ardından çardağımıza tekrar çadırları attık ve nargilemizin keyfine baktık.

  Ertesi gün yeniden yayla yollarına düştük. Bu sefer hedefimiz Çayıryakası idi. Bir değil tam iki düden ihbarı almıştık. Bu yüzden büyük bir heyecan ve mutlulukla yolculuğumuzu sürdürüyorduk. Yaylaya vardık vr düdeni de şıp diye bulduk. Kocaman bir düden, şırıl şırıl sular akan, taş atınca saniyeler süren… Herkesin heyecanı yüzünden okunuyordu. Koşa koşa arabaya vardık ve eşyaları boşaltmaya başladık ki amcanın biri çıkageldi ve bir insanın umutları nasıl bir cümleyle paramparça edilir bize gösterdi:’’ Hee anladım guzum sizin gibi gelip girmişlerdi öğrenciler birkaç yıl önce. ‘’ Bu cümleden sonra yıkılan hayallerimizle birlikte tam yola koyulacaktık ki ne görelim! Hayallerimizin yıkıldığı yetmezmiş gibi bir de tekerleğimiz patlamıştı. Duct tape in gücüne inanarak lastiği bantlayıp yola devam ettik ama onun da bizi yolda bırakması çok uzun sürmedi. Bijon anahtarı ile verdiğimiz uzun uğraşlar sonucunda hiçbir şey başaramadık ve yoldan geçen arabalardan yardım istemeye başladık. Ve günün kahramanı Kırkyalan Hüseyin çıkageldi. Tekerleğimizi onların sayesinde değiştirmiştik ama bizi çok idare edemeyeceğini bildiğimiz için çareyi Gazipaşa merkeze dönmekte bulduk.

  Ertesi gün gözlerimizi bambaşka bir yaylada bir evin içinde açtık. Gazipaşa’dan döndükten sonra gece Gebeş Amca’nın yanına gelmiştik. Bize kontakt bulmamızda yardım edecekti. ‘Misafir öyle ağırlanmaz ‘ diyip bize çadır kurdurmadı ve evinde ağırladı. Sabah Gebeş Amca ile Sayacak ve Gavurkırıldığı mağaralarına ‘Çok geç doğmuşuz be’ sızlanmalarıyla kısa bir gezi yapıp Günnercik yaylasına geçtik. Günnercik yaylasında Yaşar Ağabey ile tanıştık ve bize mağara göstermesi için yeniden çantaları sırtlanıp hep beraber yola koyulduk. Yine kocaman ağzı olan bir mağaraya ulaştık ama bu sefer emindik kimsenin daha önce buraya girmediğine. Efe ve Eren büyük bir heyecanla Gebeş Amca ve Yaşar Ağabey’in ‘Siz kafayı yemişsiniz , inilir mi oraya?’ sözleri eşliğinde döşemeye başladılar. Maalesef bu mağara da bitti ve Gebeş’in evine geri döndük.

Büyük iddialar ve kavgalar eşliğinde harika bir yemek  hazırladım. Yani çok harika olmasa da en azından yenilebilir bir yemek çıkmıştı ortaya. Afiyetle (!) yemeğimizi yiyip çaylarımızı içip uyuduk. 

 Ertesi sabah önceki günkü yemek faciasından sonra kahvaltıyı tabiki de bana hazırlatmadılar. Uyandığımda her şey hazırdı ve yemem için beni bekliyordu. Kahvaltıdan sonra yeniden ihbarlara gitmek için Gök Ahmet ile birlikte yola çıktık. Ve tabiki yine daha biz doğmadan önce girilmiş mağaraya ‘Aaaa ne güzel mağaraymış’ diyip Kelek Hacı ‘nın yanına geçtik. Orada da zamanında girilmiş bir iki güzel düdene bakıp taze fıstık yiyip Günnercik’e gitmek üzere yola çıktık. Günnercik’te kamp atıp yeniden nargilemizi yakıp oyunlarla günü sonlandırdık.

  Sabah yeniden greçkayla güne başlamanın verdiği mutsuzlukla Efe ile birlikte mağaraya girmek için hazırlandık ve yola koyulduk. Vukuatlı bir ikili olduğumuz için yine kaybolmayalım diye Eren ve Burak her şeyden emin olup başka bir ihbara gitmek için Yaşar Ağabey’in yanına gittiler. Erenler elleri boş bir şekilde, biz de yine ağzı kocaman olan ama tek inişli bir mağara ölçümüyle kamp alanına döndük. Ve ertesi gün yüzey yapma planıyla uyuduk.

   Sabah uyandığımızda artık kimsenin bir şey yapacak gücü ve isteği kalmamıştı. Yani yapacağımız yüzey yalan olmuştu. Biz de Yaşar Ağabey  ve yaylalarla vedalaşıp Gazipaşa’ya dönmek üzere yola çıktık. Ama daha mağaraya doyamayan Efe, Eren ve Burak için yolculuk bitmemişti. Aladağlar onları evim de beni bekliyordu 🙂

Kardelen Gülbenay Nurdoğan