Berit’in Rüzgarı

Berit Dağı, Kahramanmaraş, 6-11 Ağustos 2019

Geziye Katılanlar: Beliz Aydın, Eren Kenan, Tuğçe Nur İlbaş, Türker Türkyılmaz

Bir takılmacada otururken kendimi bir anda Kahramanmaraş yüzey ekibinde buldum. Onca çabadan sonra Türker, Eren, Beliz ve ben otobüs biletlerimizi aldık. 16 saat sürecek olan yolculuk bizi biraz gerdi ama devamında olacakları bilsek bu daha hiçbir şeydi.

Esenler otogarından bir daha bilet almama kararı almamız da Harem’e gidişimiz 3 saat sürdükten sonra netleşmişti. Harem’de arka beşli koltuğa 5 yetişkin 5 çocuk oturtulurken şaşkınlıkla etrafımıza bakıyorduk. Neyse ki 5 koltukta 10 kişinin yolculuk yapması fikri sadece bize değil otobüsün muavinine garip geldi ve arkadaki 10’luyu 7 kişiye indirdiler. Hemen arka sıramızda iki bebek oluşu bizi başta etkilemese de ilerleyen saatlerde uykusuz bir yolculuk geçirmemize neden olacaktı. Hemen arkamdaki koltukta, annesinin kucağında oturan kız çocuğu saçımla oynamaya başlayınca iyice uykum gelmişti ve uyumaya başlamıştım. Maalesef aynı süreçte arka beşlideki diğer bebek ağlamaya başladı. Bebek bütün otobüsün uykusunu kaçırmakla kalmadı, hemen arka sıramızda olduğu için başımızı da ağrıttı. Artık bunun çok zor bir yolculuk olacağının farkındaydık. 5 dakika susmadan 10 saat ağlayabilen bir bebek hiç görmemiştik o ana dek. Türker, Beliz ve Eren neredeyse hiç uyuyamadan yolculuğu tamamladı ama ben yine her zamanki gibi biraz da olsa uyuyabilmiştim.

Göksun’a vardığımızda uykusuz ve yorgunduk. Maraş’taki kontağımız ile iletişime geçip, otogarda oturmaya başladık. İbrahim abi geldiğinde de Ericek’e doğru yola çıktık. Ericek’ten Berit dağının 2458. metresine kadar arabayla gideceğimizi sandığımız için çantalarımızın ağırlığı o anlık çok da gözümüze batmıyordu. Acı gerçekle ise Ericek’te yüzleştik. Arabayla 2000 metreye kadar çıkabildikten sonra oradan yürüyerek devam ettik. Sırtımızda 15 kilo civarında çantalarla yaklaşık 400 metreyi yavaş yavaş tırmandık. Yolda yürürken karşılaştığımız Hüseyin abi ve arkadaşları yanımızda durup karpuz kestiğinde bayağı mutlu olmuştuk. Arabalarında benzinin az kalması sebebiyle bizi yukarı çıkaramamış olsalar da gönlümüzü kazanmışlardı.

Yukarı çıkış süreci bizi yorduğu ve hava da kararmaya başlayacağı için geceyi araba yolunun bittiği (2458 metre) Morun yatağında geçirme kararı aldık. Çadırlarımızı kurmaya çalışırken ise büyük bir sıkıntıyı fark ettik. Rüzgar çok sertti. Çadırları kurarken birkaç kere uçma tehlikesi yaşadıktan sonra başarıyla yere sabitledik, en azından sabitlediğimizi sanıyorduk. Belizler’in çadırına girip yemek yaparken çadır kırılmasın diye her birimiz eli kolu ayağı ile çadırın bir köşesini yukarı doğru ittiriyordu. Yemeğimizi yapıp yedikten sonra, Türker ile diğer çadıra doğru ilerliyorduk ki çadırın polünün rüzgara dayanamadığını ve kırıldığını gördük. Tam moralimiz iyice bozulacak, modumuz düşecekken Türker’in çadıra attığı kahkahalarla modumuz tekrar yükseldi ve diğer çadırı kurtarmak için daha az rüzgarlı bir alan aramaya başladık. Daha sonradan öğrendiğimize göre Morun Yatağı 60 km/s hıza ulaşan rüzgarıyla meşhur bir bölgemizmiş. Daha sakin bir yer bulduktan sonra kamp alanını oraya taşıdık. Artık gece olmuştu ve çadırı tamir edecek motivasyonumuz kalmamıştı. Dördümüz iki kişilik çadıra girip uyumak gibi dahiyane (?) bir fikir aklımıza gelince bunu uygulamaya karar verdik. Herkes yan yatmak zorundaydı ve içeride hava kalmamıştı. Eren kafası çadırın dışında vücudu içeride uyumuştu.

Sabah erkenden kalkıp, kahvaltı hazırladık. Kamp alanını toplayıp yola çıktık. Önümüzde daha çıkmamız gereken 500 metre vardı. Bu sefer yol da yoktu. Çantalarımız sırtımızda Halil abinin bize tarif ettiği patikayı arayıp bulduk, en azından bulduğumuzu sanıyorduk. Patika bir süre güzel devam etse de artık çıkması imkansız hale geliyordu. Sırtımızdaki 15 kiloluk çantalar da çıkışımızı kolaylaştırmıyordu. Yanlış yolda olduğumuzu anladığımızda 200 metreden fazla yükselmiş, yaklaşık 3 saat de zaman kaybetmiştik. Geldiğimiz yoldan Morun yatağına geri döndük. Biraz modumuz düşmüş olsa da devam etmek zorundaydık. Asıl patika yolu arayıp bulduk ve oradan ilerlemeye başladık. Bu yol çok daha rahat, daha az tehlikeliydi. Tabi ki yanlış gittiğimiz yolun verdiği yorgunlukla çok da hızlı ilerleyemiyorduk.

Karagöl olarak adlandırılan yere yaklaştığımızı düşündüğümüz anlarda mola verdiğimizde yukarıdan eşek ve katırla inen iki adam gördük. Onlarla konuşup Karagöl’ün tepeyi çıktıktan sonra 10 dakika mesafede(!) olduğunu öğrenince gaza geldik. Ancak o kısım çok dikti ve artık halimiz kalmadığından neredeyse 5 dakikada bir mola veriyorduk. Katır ve eşeğin kendi kendilerine dönüp dönemeyeceğini düşünerek yürümeye devam ederken döndüklerini gördük ve katır ve eşeği takip etmeye başladım. Yarım saat peşlerinden yürüdükten sonra 2900 metre civarında olduğunu bildiğimiz Ahmet abinin yayla çadırını gördük. Yaklaşık 5 saat sonra hedefimizi görmüştük. Ovaya doğru inmeye çalışırken önce evin çobanı ile konuştuk. Afgan olan çobanla konuşup çat pat anlaştıktan sonra evini koruyan köpeklerin ilerlersek bize saldıracağından çekinip bir kayaya oturduk. Ahmet abi yanımıza gelip, bizi çadıra götürdü.

Hava oldukça soğumuştu, üstümüzdeki polarlara rağmen üşüyorduk. Herkes sırtımızdaki çantalarla o yolu nasıl çıktığımıza hayret ediyordu. Üşüdüğümüzü Beliz’in titremeye başlamasından anlamış olmalılar ki bize bir yatak serip üzerimize de yorgan verdiler. Körtmek (Ahmet abinin kardeşi) ile annesi bize yemek hazırladılar. Masada koyuna dair her şey vardı. Koyun eti, koyun peyniri, koyun yoğurdu, koyun sütü… Et yemeyen, koyunun sütünün kokusu çok ağır gelen biri olduğum için o gün ekmekle karnımı doyurdum, Beliz ise midesi bulandığı için hiçbir şey yiyememişti. Eren ve Türker durumdan oldukça memnun görünüyordu. Ahmet abilerin ısrarı üzerine geceyi yayla çadırında geçirme kararı aldık. Körtmek, Beliz ve ben derin sohbetler ederken Eren, Türker ve Ahmet abi de bir iki mağaraya bakmak ve telefonla haber vermek için gitmişti. Beliz bir uyuyor bir uyanıp bizimle sohbet etmeye çalışıyordu. Diğerleri de geldikten sonra ben de daha fazla uykuya karşı koyamayıp gözlerimi kapattım. Gözümü kapatmamla Türker’in bizi şikayet etmesi bir oldu. “Kızlar çok yoruldu 10 dakikada bir mola vermeye başladılar” deyince gözlerimi açıp Türker’e atarlandım ve uyumaya devam ettim.

Sabah kahvaltımızı ettikten sonra sonunda çantalarımızı sırtımıza takmadan zirveye doğru yola çıktık. Gelmeden önce işaretlediğimiz noktalara bakmak için yaklaşık 8 saat bir tepeden çıkıp, diğer tepeden indik. Çantasız olduğumuz için çok yorucu değildi bu aşama. Her gördüğümüz su yolunda heyecanla mağaralara koştuk ama açık bir giriş bulamadık. Telefon çekiyor mu diye bakmak için cebimdeki telefonu çıkarttığımda ise gezideki en büyük hayal kırıklığını yaşamıştım. Telefon ekranı paramparça olmuştu, çalışmıyordu. En azından aklımızdaki soru işaretlerinden kurtulduk diyerek akşama doğru Ahmet abinin çadırına (2900 metre) geri döndük. Akşam yemeğimizi de yedikten sonra Ahmet abi son krallığını da yaptı, katıra eşyalarımızı yükledi. Üzerine de önceki gün hasta olduğu için “sen katıra binersin” dediği Beliz’i bindirdi. Katırla beraber Morun yatağına inmeye başladık. Biraz ilerledikten sonra Beliz katırdan indi ve Türker binmeyi denedi. Ancak katır Türker’i reddediyor, ne kadar uğraşsa da Türker üzerindeyken gitmeyi reddediyordu. En sonunda Türker önden çekerek Eren ise arkadan ara ara iterek katırı ilerletmeyi başardılar. Morun yatağında (2458 metre) katırı bırakıp 2000 metre civarına yürüyerek inmekti asıl planımız. Morun yatağına geldiğimizde ise bizi başka güzel bir sürpriz bekliyordu.

İlk gün arabalarında benzin olmadığı için bizi yukarı çıkaramadıklarına üzülmüş olan Hüseyin abi bizi arabasıyla bekliyordu. Katırdan eşyaları arabaya yükledikten sonra bir başka yayla evine gittik. Hüseyin abinin yaptırdığı enfes pideleri koyun ayranı eşliğinde midemize indirdikten sonra saat artık gece 10’u geçmişti. Ahmet abiyi arayıp katırın geri dönüp dönmediğini sorduk. Ahmet abi ise “Koşa koşa geri geldi” diyince katıra nasıl davrandığımızı bir kez daha sorgulamış olsak da sağlam bir şekilde döndüğünü öğrenmek içimizi rahatlattı. Bu saatten sonra çadırı tamir edip, uyumamız uzun süreceği için Hüseyin abinin bulduğu bir evde misafir olmaya karar verdik. Eve gittik, zaten oldukça yorgun olduğumuzdan uyumak için biz Beliz ile odamıza geçerken Eren, Türker ve Hüseyin abi de balkona geçti. Sabah “Günaydın fıstıklar, kahvaltı hazır” sözleriyle uyandırıldık ve salona geçtik. Kahvaltıda yine koyun ürünleri bolca mevcuttu. Ek olarak domates salatalık da vardı, buna oldukça sevinmiştim. Günler sonra ekmek dışında yediğim tek şey o salatalık ve domatesti. Karnımızı doyururken evin çocuklarından biri olan Necip içeri gelip yanımıza oturdu. Daha sonra kardeşi olan Tayyip Erdoğan da yanımıza geldi. Oraya nasıl geldiğimizi anlayamamış olsam da en son Hüseyin abi ve Tayyip, Beliz ve benim başlık paramız için kaç koyun edeceğimiz hakkında bir pazarlık yapıyorlardı. Tayyip’in 5 koyundan fazla vermeyeceğini anlayınca Hüseyin abi bizi alıp götürdü.

Evden ayrılıp ihbarını aldığımız bir mağaraya doğru yola koyulduk. Bir tepenin en üst kısmında olan mağaraya ulaşırken Beliz ile ben pes edip 30 metre kala aşağı inmeye karar verdik. Yanımızda su olmaması bizi biraz zorlamıştı. Yol boyunca “hadi suya az kaldı” diyerek birbirimizi motive tuttuk ve tepeden indiğimiz gibi akan dereye koştuk. Suyumuzu içtik, ayaklarımızı, saçımızı yıkadık, sohbet ettik. Birkaç saat sonra Hüseyin abinin bize yaklaştığını görünce yanına gittik, yemek yapalım dedik. Hüseyin abi ise bizi de alıp bir eve misafir olmayı teklif etti ama biz günlerdir insanlara yük olduğumuz için kendi yemeğimizi kendimiz yapmak istedik. Malzemeleri arabadan alıp piknik alanını kurduk. Yemeğimizi yaptık, o sırada da Eren ile Türker aşağı indi. Girişini zor buldukları Karnıyarık mağarası geziden bizi mutlu döndürecek olan nadir güzelliklerdendi. Yaklaşık 200 m yatay bir şekilde devam eden mağara bize gösterdikleri fotoğraflardan gördüğümüz kadarıyla birçok oluşum içeriyordu ve içeride ilerlemesi keyifli bir ortam oluşturuyordu. Hep beraber oturup yemek yerken yanımıza bir çoban gelip “İstanbul’da bir Ahmet var. Tanıyonuz mu onu?” dedi. Türker “İstanbul’da iki milyon Ahmet var” diyince adamın yüzü düştü. Bize Ahmet’i tarif etmeye çalıştı. “Bulursanız haber verin bana” demesi üzerine “Tamam abi veririz” diyip oradan kalktık.

Arabaya bindik, planımız Değirmendere’ye gidip oradaki ihbarlara bakmaktı. Ama çeşitli aksaklıklar yaşadık ve otobüs biletimizi bir gün önceye, o güne almaya karar verdik. Bu sırada da Hüseyin abi bize Göksun’un çeşitli yerlerini, tepeleri gezdiriyordu. Bileti değiştirdiğimizde otobüse binmemize 6 saat vardı. Hüseyin abiye “bizi istediğin yere götür abi 6 saatimiz var” diyince önce bir şelaleye gittik. Daha sonra bungalov evlerin olduğu çok tatlı bir işletmeye gidip çayımızı, kahvemizi içtik. Artık acıkmıştık. Hüseyin abi de önce bize otobüs şirketini arattırıp şoföre “siz bu çocukları 1453’ten alacağınız” dedikten sonra bizi kebap yemeye götürdü. İyice karnımızı da doyurduktan sonra otobüsümüze bindik. Yaklaşık 12 saatlik yolculuğu telefonsuz, dolayısıyla müziksiz yapmak biraz sıkıcı olsa da uyuyarak zamanı bir şekilde geçirdim. İstanbul’a geri döndük. Bayramın birinci günü üstümüz başımız pis, sırtımızda kocaman çantalarla bayramlıklarını giymiş insanların arasından geçerek eve döndük.

Tuğçe Nur İlbaş