Kesin Var Şu Taşın Altında

“Anlaması zor olabilir, fakat bizim gibiler için böylesine bir arazide bir mağara dahi olmadığını görmek, bir misyoneri tanrının olmadığına inandırmaya benzer.”

Araştırma Tarihi: 06.06.2019-11.06.2019

Araştırılan Bölgeler: Kömürlü Köyü (Bozyazı, Mersin), Kaş Yaylası (Anamur, Mersin)

Geziye katılanlar: Recep Can Altınbağ, Göksu Kayacılar, Bülent Efe Temür

1. Gün (07.06.2019 Cuma)

Sabahın 4’ünde altı buçuktaki Alanya uçuşuna yetişmek için mızmızlanarak uyandık. Gece 2’ye kadar Recep’in evinde değişik kombinasyonlarda yüklediğimiz çantaları, malzemeleri tek tek tartmış, sürekli aşıp durduğumuz kilo sınırını tutturmaya uğraşmıştık. En sonunda kafayı yemiş halde Bülent’in bize baktığı kahve falında darallar, obruklar falan görürken “aman ne olacaksa olsun, olmadı fazla öderiz” dedik ve sızdık. Mağara için olmasa da, artık sırf çantaları özenle yerleştirmeye harcadığımız saatler hatrına paşa paşa gidecektik o geziye. Recep’in kilo sınırını aşan çantası için 10 lira fazla ödemesinden sonra uçağa yerleştik. 7.30 civarında Alanya Gazipaşa’nın minnak havaalanına inmiş, 8 civarlarında ise havaalanı önünde sabah güneşi altında tüm davetkarlığıyla parıldayan ve üzerinde kocaman “BOZYAZI” yazan minibüse kendimizi atmıştık. Tabi gevşek insanlar olduğumuzdan geziden önce ulaşıma dair en ufak bir plan yapmamıştık. “Alanya’da iner, illa ki Bozyazı’ya giden bir şeyler bulur gideriz” modundaydık. O yüzden olsa gerek, tam da çıkışta bizim için gönderilmiş gibi duran ekstra konforlu minibüsü görünce azıcık dengemiz sarsıldı. Binmeden bir sigara mı sarsak diyorduk ki muavin abi yanımıza yetişti ve yola çıkmak üzere olduğumuzu bildirdi.

Yolda yarım saat geçmişti ki Mersin il sınırında harika manzarası olan bir yol kenarı gözlemecisinde durduk. Muavin abi “sigara içemediniz ya, ondan sizin için bir beş dakika duralım dedik, haydi inin bakalım gençlik” dedi. İçimizden “Allah allah” diyorduk. Beş dakika oldu yarım saat. Karşımızda pırıl pırıl uzanan denizden yüzümüze esen rüzgar eşliğinde gözlemelerimizi yedik, sigaramızı içtik, birkaç gevşek story attık.  Daha önceki gün İso’dan Delta 9 için istediğimiz Fatsa gezisi raporunu okumuştuk. Önceki yüzey ve ihbar gezilerinde karşılaşılan türlü şanssızlık ve gariplikler, perişanlıklar aklımızın bir köşesinde, bu ne “chill” bi yolculuk yahu diye düşünüyorduk. Pek de Bümak stili değildi doğrusu. Tam daha ne kadar rahat bir hale gelebilir diyorduk ki muavin abi bize doğru yaklaştı ve “gençlik şimdi bizim firmanın aynı zamanda taksileri de var, isterseniz sizi uyguna Bozyazı’dan gideceğiniz yere kadar götürelim” dedi. Böylece Anamur’da indirilerek muavin abinin taksisiyle önce tüpçüye, oradan alışveriş için A-101’e, sonra Bozyazı’dan Kömürlü Köyü’nün yukarılarında rotamızın başlangıcındaki bir ağacın gölgesine kadar götürüldük. Yolda sohbet ediyor, abiden Anamur’un yakın tarihi, yürüyeceğimiz yerlerin yaban hayatıyla ilgili bilgiler alıyorduk. Yolun sonunda “haydin bakalım size iyi yürümeler gençlik” diyerek bizden ayrıldı muavin abi. Kendisine selam olsun, özel şoför tutsak bu kadar olurdu.

Ben chialı tarçınlı yulafımı yedikten, Recep ve Bülent çokokreme lavaş bandıktan sonra GPS elimizde ilk araştıracağımız bölge olan Sıçanlıca’ya doğru yola koyulduk. Sırtlarımızda 25’er kiloya yakın yükle Akdeniz’i arkamıza almış, vadinin içine doğru yürüyorduk. Rastladığımız ilk gölgede Recep çantasının altına acemice bağladığı, fıldır fıldır sallanan Hayvanlayın Babaaa’yı düzeltmek için durdu. Denizden esen serin meltem iki çamın arasında tek başına duran taze bir zeytin fidanına, oradan da terden sırılsıklam olmuş bedenlerimize doğru esiyordu. Mutluyduk; bilmiyorduk ki ne gevşekliğimiz cezasız kalacaktı, ne de bu gezi yazısı bu denli güllük gülistanlık ve edebi. Yolun hatırı sayılır bir kısmını yürümüş, sıcağa ve sırtımızın ağrısına rağmen pozitif kalmaya çalışırken Recep’in hatmettiği haritalarında Sıçanlıca’ya kadar, hatta ne Sıçanlıcası, taa son durağımız olan Kaş Yaylası’na kadar gittiği gözüken ve Recep’in toprak olduğunu iddia ettiği yolun aslında üzerinde yere yapışmak üzere olduğumuz, vızır vızır arabaların geçtiği asfalt yolun ta kendisi olduğunu fark ettik. İşte iplerin incelmeye başladığı an. Muavin abi bizi Sıçanlıca’ya kadar bırakabilirdi Recep. Naptın sen Recep. Bülent’le yolun kalanı boyunca Recep’e verip veriştirdik. 6 kilometreyi tamamladığımızda sonuna gelmek üzere olduğumuz sabır kotamız, önümüzde uzanan cillop gibi çukurluğu görmemizle birlikte resetlendi. Mağara keşfetmek istiyorduk. Sene boyu mağara keşfetmek istemiştik. Google Earth başında geçirdiğimiz saatlerde bunu sayıklamıştık. (Bkz. Recep) Gece uykumuzdan uyanıp bunu sayıklamıştık. (Bkz. Recep)  

Ve işte beklediğimiz an gelmişti.  Çantaları yığdık, ufak bir şeyler atıştırdık ve bodoslama araziye daldık. Sonuç mu? Bir delik bile yoktu. Kireç taşıyla kaplı koca arazide bir delik dahi açılmamıştı. Fazlasıyla umut vaat eden ilk durağımızda hiçbir şey bulamamak mental sağlığımız için pek de iyi olmamıştı. Arazi çok karışık olduğundan delik aramak hiç kolay değildi. En ufak anlaşmazlıkta kavga etmeye başlamamız dinlenmeye, rahatlamaya, kısaca yeni bir güne ihtiyacımız olduğunu gösteriyordu. Yol üzerinde gördüğümüz çobana geri dönüp su kaynağı ve delik sormaya karar verdik. Çoban amca kimin nesi olduğumuza dair bizi bir müddet sorguladıktan sonra “siz burda su neyim bulamazsınız” ve “te şu yolun döndüğü köşenin altından aşağı doğru inin orda mağara var” dedi ve bizi yolladı.  Yaklaşık 15 dakika sonra Bülent ilk mağaramızı bulmuştu. Vadiye inen yamaç üzerinde bulunan yan yana iki delik ve konumları Tabak 1’in girişini andırıyordu. İçi de Tabak 1 gibi çıksa ne güzel olur dedik. Mağaranın konumunu GPS’e kaydettikten sonra hemen aşağısındaki mükemmel düzlüğe kamp kurduk. Fesleğenli makarna sosuyla tatlandırmaya çalıştığımız yağsız, tuzsuz, dehşet verici ölçüde çirkin, her yudumda insanın inlemesine yol açan pilavı yeyip sinekleri uzaklaştırmak için yaktığımız ateşin başında oturduğumuz sırada etrafta davar gütmekte olan çobanların tarafından cırtlak bir kadın sesi yükseldi. “Vay …..laaar dağı taşı yakarsınıııızz” tarzı bir şey çığırıyordu teyze. Görüş alanımızda değildi, zaten ağzımızı açmaya da halimiz yoktu. Fakat teyze giderek uzaklaşmasına rağmen ısrarla bize doğru ıslıklar ve çığlıklarla seslenmeye devam edince Bülent kalkıp merhaba demeye gitti.  5 dakika kadar sonra döndüğünde öğrendik ki teyze ve çocuklar Bülent’i gördüklerinde hayvanlarla birlikte kaçmaya başlamış, keçi gibi koştuklarından Bülent yetişip merhaba diyememişti. Biraz boş yapıp ilk mağaramızın adını isimlerimizi kombine ederek oluşturduğumuz “Eresu” mağarası koymaya karar verdik. Muazzam havanın ve tertemiz gece göğünün keyfini çıkarmaya dermanımız olmadığından saat 10’a gelmeden çadıra girip yattık. 

Saat 10.30 civarlarında tam dalmak üzereydim ki “ARAŞTURMACULAAAAR” diye bağıran bir erkek sesi duydum. Recep’le Bülent’i dürterken ses giderek yaklaşıyor ve bağırmaya devam ediyordu. Basılmışız imajına sebep vermemek amacıyla hızla giyinen Bülent “burdayıız” diye bağırdı. Çadırın kapısını açtığımızda suratımıza ışık tutan iki amca gördük. Amcalardan biri “ben buranın muhtarıyım, ha sizi terörist sanmış bizim çobanlaa, jandarmaya ihbar etmişlee, jandarma ben şimdi onları bulamam, get sen bak dediii”  dedi. Uyku sersemi olmasak kahkahalarla gülerdik herhalde. Daha önce birtakım kulüp üyelerinin doğu illerinde terörist sanıldığı olmuştu, fakat akdenizdeydik; cıbıl cıbılgeziyor, ateş başında keyif yapıyorduk. Bizi terörist sanmak, sağlam bir paranoya ve korku gerektirirdi. Terörün en az olduğu yerlerden birinde bile yerlilerde böylesine bir önyargı oluşturmak yetenek ister. Neyse, gezi yazısının konudan sapmaması uğruna yorumlarımı kendime saklayacağım. Muhtarı ve jandarmayı daha Bozyazı minibüsündeyken arayıp haber vermiştik zaten. Jandarmaya göstermek için kimliklerimizin resmini çekti muhtar amca. Siz necisiniz dediğinde “mağaracıyız, buralarda delik arıyoruz, var mıdır bildiğiniz” dememizle birden yanlarında bir amca daha belirdi ve birbirlerinin suratına fener tuta tuta hararetle şurda şu delik var, burda bu mağara var diye tartışmaya başladılar. Bizi unutmuş gibi görünüyorlardı, biz de keyifle izliyorduk. Pek işimize yarayan şeyler söylemeden “hayde size iyi araşturmalaa” dedi muhtar amca ve upuzun günün ardından sonunda uykuya daldık. 

2. Gün (08.06.2019 Cumartesi) 

Sabah 7 sularında uyanan Recep etrafta kısa bir gezintiye çıkacağını söyleyerek kamptan ayrıldı. Yaklaşık 15-20 dakika sonra boğuk bir çığlık yankılandığında uyku sersemi kafamızı çadırdan çıkarıp “Recoop” diye bağırdık. Düzgün bir cevap yerine “Fuck yeah” diye bir bağırış daha geldiğinde anladık ki Recep mağara bulmuştu. Bizimse ağzımızın kenarından salyalar akıyordu daha. Çadır sıcak havayı ve gece boyu derimizi kemirmiş olan sinekleri 3-4 metrekarelik yaşam alanımıza hapsediyordu. Recep’in kampa gelişiyle biz de dışarı çıktık ve kısa bir kahvaltının ardından Bülent’in bir önceki gün kovaladığı ve bizi terörist diye ihbar etmiş olan çobanların evine gidip boş şişelerimizi doldurmaya karar verdik. Sırtımızda Hayvanlayın Babaaa çobanların üssüne doğru gidiyorduk ki sol tarafımızda harika bir çukurluk ve üzerinde yer yer öbekleşmiş kayalar gördük. Bu mağara demekti. Alana koşup öbeklere dağıldık ve her öbekten bir “Aha delik!” sesi yükseldi. Yoklukla yitip gitmiş önceki günün ardından bir anda 3 mağara bulmak bizi acayip gaza getirmişti. Bilmiyorduk ki bu daha hiçbir şeydi.  Çobanların evine geldik ve çekingen adımlarla bahçeye girdik. Önceki gün Bülent’in kovaladığı abla ve 9 yaşındaki oğlu, 5 yaşındaki kızları ve babaanneleri Kadriye Teyze bizi karşıladı. “Te gelin bakem buraaa, terörist sandık biz sizi neden hiç haber vermezsiniiz” dedi Kadriye teyze. Tanıştık, kaynaştık. Daha doğrusu bizi oturttular bahçede sıralanmış kütüklere, önce şüpheli gözlerle sonra da merakla sorguladılar kimin nesi olduğumuzu. Biz konuştukça önyargının suratlarından silindiğini görebiliyordum. Sonra önümüze iki kutu lokum, ev  yapımı peynir ve yufka getirdiler. Gezimizin kahramanı Alpay Abi bu sıralarda dağdan davarla inmiş ve aramıza katılmıştı. Hayatımda tanıdığım en ilginç karakterlerden biriydi şüphesiz. “Dün benim hanım geldi dedi şorda adamlaa vaa, ateş yakmışlaa, kovaladılaa biz de kaçtık, oğlan düştü.” “Ben de jandarmayı aradım dedim gelin bunlaa alın yoksa ben tüfekle gidecem üçünü de vuracaam.” dedi ve kıs kıs gülerek bize baktı. Azcık götümüz atmadı değil doğrusu. Bir miktar nutkumuz tutulmuş halde gülerek karşılık verdik. Arada gözlerimizi patlatıp birbirimize bakıyorduk. 

Bundan 5-10 dakika sonra birden evin yanından çığlıklar geldi. Evin içine girmeye çalışan bir yılan olduğunu çığırdı 5 yaşındaki Aleyna. Birden sahneye elinde kocaman tüfekle Cüneyt Arkın filmlerinden fırlamış gibi koşup gelen Alpay Abi girdi. Biz ne olduğunu anlamadan taşların arasındaki küçücük bir deliğe tam isabetle yılanı tam da yumurtalarının olduğu yerinden vurdu. “Allam biz nereye düştük” der gibi birbirimize bakıyorduk şok içinde. İç organları ve yumurtaları sarkan yılanın fotoğrafları çekildikten sonra bir kenara atıldı ve bahçede toplanılıp sohbete devam edildi. Mağaracı olduğumuzu anlattık. Etrafta birçok mağara olduğunu söyledi Alpay Abi ve Nurettin Amca. Alpay Abi ile ertesi sabah 5’te davarı dağa sürmek ve mağaraları tanımak üzere anlaştık. Nurettin Amca ise yakındaki 3 mağarayı göstermek üzere bizi peşine taktı. Akşam yemeğine davet edilerek Kaplan üssünden ayrıldık. İlk mağara sabah Recep’in bulduğu mağaraydı. Bu ve ikinci mağara birbirine oldukça yakın ve toprak yolun kenarında olduğundan kolayca ulaşabilecektik. İkinci mağaraya geldiğimizde Nurettin Amca bölgeyle ilgili bilgiler veriyordu. “Bakın bu dağların altı hep kumdur” dedi ve mağaranın olduğu yamacı işaret etti. Böylece ikinci mağaranın adı “Dağ Altı Kumu Mağarası” olacaktı. Üçüncü mağara için biraz tepeye çıkmamız gerekti. Mağaranın ağzını kapatacak şekilde uzanan koca ve kuru bir ağaç içeriye taş atmamızı ve derinliği hakkında bir fikir edinmemizi engelliyordu. Bir süre dalları temizlemeye uğraştık. Nurettin amca ağzın duvarına yaslanıp ağzın tam ortasına sıkışmış bir kayaya ayaklarını dayayarak hareket ettirmeye çalıştığı sırada “bakın buna çoban depiği derler” dedi. Böylece üçüncü mağaranın ismi “Çoban Deptiği Mağarası” olacaktı. Nurettin Amca’ya minnettarlığımızı iletip setleri almak üzere kampa döndük. Bülent ve Recep’in ilk mağaranın ağzını mükemmel bir stress alarak döşediği sırada mağaranın içinden bir baykuş uçup gitti. İlk inişi yapan Bülent çıktıktan sonra Recep ve ben ölçüm için indik. İndiğim sırada mağara duvarının yere yakın bir kısmında açılmış cepte yeni düşmüş olduğu tertemiz oluşundan belli olan bir baykuş tüyü öylece durmaktaydı. Devam etmeyen ve tek bir inişten oluşan mağarada ölçümü tamamlayıp birkaç fotoğraf çektikten sonra tüyü de alarak yukarı çıktık. Böylece ilk mağaranın ismi de “Baykuş Mağarası” oldu. 

Bir sonraki durağımız Dağ Altı Kumu idi. Yaklaşık 11 metrelik tek bir inişin ardından oldukça tatsızlaşan ve kendi aramızda “bok çukuru” diye çağırdığımız mağaranın ilk inişini ben gerçekleştirdim. Ama mağara girişindeki oynar taşlar olsun, iniş boyu açık olan her deliğinize kaçan sinekler olsun hiç de ilk iniş heyecanı yaşatacak bir yer değildi. Hayallerimizdeki gibi yaldır yaldır gidiyor olsa sinek falan dinlemezdik elbette. 5 dakikadan az süren ölçümün ardından son durağımız olan Çoban Deptiği’ne gittik. Hava kararmaya, kurtlar ulumaya başlamıştı. Bülent ağzı hızlıca bir doğal ve bir stress alarak döşedikten sonra Recep’le yine 5 dakikadan az süren bir ölçüm shifti gerçekleştirdik ve gitmeyen bir mağaranın daha hüsranıyla yeryüzüne çıktık. Bülent elinde özenle oyduğu yılan sopasıyla vahşinin kalbinden gelen seslerden biraz paranoyaklaşmış halde bekliyordu. Gitmeyen mağaralar hevesimizi o kadar kaçırmıştı ki Çoban Deptiği’nde geçirdiğim zamana dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Yazının tam bu kısmında Bülent’in girip ölçtüğünü anlatıyordum ki hayal meyal mağaraya inişimi hatırladım. Bir an önce Alpay Abi’lere gidip güzel bir akşam yemeği yemek ve her üyesi ayrı matrak olan harikulade aileyle keyifli zaman geçirmek istiyorduk. Böylece kampa uğramadan üzerimizde kırmızı tulumlarımız ve setlerimiz, sırtımızda Hayvanlayın Babaa şangır şungur Kaplan üssüne havalı bir giriş yaptık. Bol bereketli yer sofrasında bir yandan yemek yiyor, bir yandan mağaraları anlatıyorduk. Sonrasında çay keyfi yaparken fotoğraf ve videoları gösterdik. Sabah bir türlü karşılarında şaşkın şaşkın oturan 3 veledin yerin altına uzanan çukurlara nasıl indiğini canlandıramamışlardı zihinlerinde. Tam teşekküllü mağaracı kılığımızda o korkuyla baktıkları deliklerin içine alçaldığımızı izlediklerinde bize artık güven dolu gözlerle bakmaya başlamışlardı. Biz de kendimizi anlatabilmiş olmanın rahatlığına eriştik. 

3. Gün (09.06.2019 Pazar)

Sabah 5’te kahvaltı için Kaplan üssüne gitmek üzere uyandık. Önceki gün Alpay Abi’nin “kocaman ağzı var, ben daha yakınına yaklaşmam, davar düşse içinden çekemezsin o derece büyük” diye tasvir ettiği 4 mağarayı tanıyacaktık. Böylece ver elini Gökçukur tepeleri, Alpay Abi ve davarlar önde, biz arkada tırmanışa koyulduk. Yarım saate kalmadan ilk deliğin başındaydık. Pek güzel, pek umut vaat edici bir ağzı vardı, taşı attın mı da 3 saniye kadar gidiyordu. İkinci deliğin ağzına geldiğimizde ise asıl heyecanı yaşadık. Sahiden de devasa bir ağzı vardı, uzun zamandır mağarasız kalmış bizler için tam bir umut ışığıydı. Zevkten kahkahalar atmaya, “abi çok iyi şunun güzelliğine bak”, “at at bi taş daha at” tarzı şeyler sayıklamaya başladık. Alpay Abi afallamış bir yüz ifadesiyle bizi izliyor, “Allah Allaah, bu nasıl bişey yahu” diyordu. O an gözünde kafayı olmicak bir zevkle sıyırmış “değişikler” olduğumuza şüphe yoktu. Lakin değişikliğimiz hoşuna gitmiş olacak ki, bir sonraki mağaraya kadarki uzun yolda özellikle Bülent ile çok içten bir iletişim geliştirdi. Artık siz değil sen diye hitap ediyor, birbirimize takılıp duruyorduk. Tüm vadiyi ayaklar altına seren nefes kesici bir uçuruma geldiğimizde hepimiz hülyalı bir hale kapılıp manzaraya karşı birer sigara yaktık. Recep karşısında uzanan uçsuz bucaksız kireçtaşı bloklarına kitlenmiş mağara düşünüyor, Bülent keyfe gelmiş Alpay Abi ile laflıyor, bense mağara derken çok uzun süre dağsız kaldığımı fark ediyordum. Kendimizi o özel zaman ve mekan kombinasyonundan zar zor çekip çıkardık ve yola devam ettik. Sıradaki mağara pek de gidiyor gibi görünmüyordu, o yüzden hemen girip ölçmeye, sonra da Alpay Abi’nin işini daha fazla aksatmadan hızla uzaktaki son mağaraya gitmeye karar verdik. Bülent artık klasikleşen, her fırsatta övündüğümüz döşememizi yaptı (bir doğal, doğaldan alınan bir stres, sıfır iz, tertemiz iniş) ve aşağı indi. Dışarıdan az çok anlaşılsa bile her seferinde “gitmiyoo” sesini duymak içimizi parçalıyordu. 2 istasyonluk mağaranın değerlerini yukarı bağırdıktan sonra mağaradan çıktı Bülent. Toplasan 15 dakika sürmemişti. Alpay Abi ağzın kenarından biraz sarsılmış bir halde yanımıza geldi ve sıkıntılanmış bir çocuk misali “sen aşağı indikçe benim midem bi kötü oldu” dedi. 

Son mağaraya geldiğimizde ve ilk inişi benim yapmama karar verildiğinde sıkıntıları daha da arttı. Mağara ağzında harika bir sohbetten sonra gitmeye hazırlanırken “Göksu girmesiiin, Recep girsiiin, sağ salim çıkııın, akşam da yemeğe gelin oldu mu” diyordu. Kıkırdayarak Alpay Abi ve davarları gönderdik. Ve beklediğim an gelmişti. Mağaranın ağzı çevresinde doğal almalık mükemmel bir ağaç ve kaya vardı. Biz de bağladık perlonları, başka bir ağaçtan kıyasla biraz daha zor bir stress aldıktan sonra aşağı baktım, biraz alçalıp aşağıya baktım, Recep ve Bülent’e gördüğüm kadarıyla inişin duvarlarında negatif eğim olmadığını söyledim, yarım kilidi çözüp aşağı inmeye devam ettim. 19 metre kadar sonra önümdeki duvar keskin bir negatif eğim almış, benden metrelerce uzaklamış ve mağara duvarıyla aramıza görkemle sarkan bir oluşum girmişti. Çapı 16 metre olan kocaman, duvarlarının her karesi oluşumla kaplı etkileyici bir galeride negatif eğimle birlikte free fall a dönüşen inişte alçalıyordum. Nedendir bilinmez, hafif bir tedirgin oldum, fakat bir tehlikenin veya kazanın, yani can güvenliğini ilgilendiren herhangi bir şeyin korkusu değildi bu. İnsanın bilinmeze, bilinmezin keşfine karşı verdiği doğal bir fiziksel reaksiyon gibiydi. Benden çok daha büyük ve tamamen kontrolüm dışında olan bir şeyin içine çekilme hissi; bunun farkında olan bilincim, yine bu eylemi bilinçle gerçekleştirdiğimden kendisine karşı belli belirsiz bir direnç oluşturuyordu. O direnci aşarak sağ elimdeki ipi salmaya devam etmek içimi gıdıkladı. Bu mağara da devam etmiyordu. Yeterdi artık. Yukarıya haber verip ölçüm için birinin inmesini beklerken Alpay Abi’nin kurt tarafından boğulan, sonra kurta yar olmasın diye mağaraya attığı zavallı keçinin kafatası ve ayak kemiklerini bulup fotoğraflarını çektim. Böylece mağaranın adı Davar Dipsizi olacaktı. Sevmiştik bu isimlendirme işini, her mağara ağzında güzel isimlere sebep verecek bir şeyler mutlaka yaşanıyordu. 

Bir sonraki durak en büyük ağza sahip olan, taşın en uzun düştüğü mağaraydı. Dillerimiz sarkmış halde mağara ağzına geldiğimizde suyun bittiğini fark ettik. Halk kahramanı Recep bir koşu kampa gidip taptaze sularla dönmeyi teklif etti. Biz de yokluğunda mağaranın adını Suveren koymaya karar verdik. O sırada aynı zamanda ilk boltumu çaktım. Yaklaşma hattının bağlanacağı, pürüzsüz kaya yüzeyine mükemmel 90 derecelik bir açıyla çakılmış boltum Recep ve Bülent’den de tam puan aldı. Tam bir bebekti. Gezinin de ilk boltuydu aynı zamanda. Hızımızı alamadık, Bülent Suveren’e indiği sırada ağzın tam yukarısında uzanan kayaya bir bolt daha çakıp inişi mükemmel bir free fall’a çevirdi. Suveren öncekilerden çok daha tatmin edici olmuştu. Son mağaraya ise Recep’in tamamen sarmaşıkla kaplanmış ağız duvarlarında döşeme yapmak için bir miktar debelenmesi fakat sabırların tükenmesi sonucu girmemeye karar verdik. Kaplan üssünde akşam yemeğine bile enerjimiz kalmamıştı. Böylece direk kampa döndük. Recep ve Bülent Kaplanlardan su doldurmaya gitti ve sıcacık yemeklerle geri döndüler. Enerjimiz sabahın beşinden beri Akdeniz güneşi altında mağara mağara gezmekten tükenmiş gibi görünse de içten içe bulduğumuz mağaraların hemen bitiyor olmasına feci bozuluyorduk. Yapacak bir şey yoktu; Bülent Genç’in dediği gibi, mağara milleti belli olmaz… Yalnızca 3 kişi olduğumuz düşünülürse 2 günde 6 mağarayı araştırmış olmamız ve bulduğumuz onca diğer mağara aslında çok iyi bir performansa işaret ediyordu. Bunu düşünerek biraz morallendik ve yatışa geçtik. 

4. Gün (10.06.2019 Pazartesi) 

Sabah uyandığımızda tükenmiş bir vaziyetteydik. Tabi Bülent ve benden bahsediyorum. Recep yine sabahın köründe kalktı, haritalarında işaretli Kesmeli Düz mevkiine gitmekte kararlıydı. Ama 3 gündür alerjiyle boğuşan Bülent, ve önceki gün mağara ağzında yersiz zamansız regl olan benim kıçımızı kaldırmaya halimiz kalmamıştı. Recep’in tek başına gitme ısrarlarına boyun eğip bir rescue saati vererek kampta kalmaya karar verdik. Hapşıra tıksıra, beyin fonksiyonlarımızın bir kısmını kaybetmiş halde yemek yiyor, The White Buffalo dinleyerek sigara içiyorduk. Birden hava serinledi, yamaçlardan sinekli düzlüğüne doğru sis inmeye başladı. Ortam birden Karadeniz’e dönmüş, Recep’i tek başına araziye gönderdiğimiz gerçeğini suratımıza çarpmıştı. Fakat biz daha endişelenmeye başlayamadan Recep sisler içinden 2 yeni mağara koordinatıyla çıkageldi. Bugün Kaş Yaylası’na gidecektik. Nasıl gidecektik hiçbir fikrimiz yoktu, e gevşeklik kolay şey değil. Toplanıp Kaplan üssüne gittik. Akşam 4’e kadar familyayla zaman geçirdik. 5  yaşındaki Aleyna boynuma sarıldı beni oradan oraya fırlattı, Bülent’le güreşti, Recep’e pek yanaşmadı. Nurettin Amca’yla lafladık, Kadriye Teyze ikide bir şuyunuz var mı buyunuz eksik mi diyerek annelerimizin yokluğunu hiiç aratmadı. 

Kaplan ailesinden son bomba, Nurettin Amca bizi taa Kaş Yaylası’na kadar arabasıyla götürmeye karar verdiğinde geldi. Artık söyleyecek söz bulamıyorduk. Davarı dağa sürmüş olan Alpay Abi’ye veda edemeden doluştuk arabaya. Nurettin Amca bizi Kaş Yaylası’ndaki başka bir çobana teslim etti. Hüzünlü bir vedanın ardından yeni kamp alanımıza doğru yürüyüşe başladık. Tabi öncesinde numaramı alan Kadriye Teyze, “ben seni sık sık ararım yavroom” dedi. Bir buçuk saatlik bir yürüyüşün ardından muazzam ikinci kamp alanımıza varmıştık. Serin yayla havası ve yeni bir bölgenin umudu bizi kendimize getirdi. Hemen çantaları fırlatıp araziyi taramaya çıktık. Her yer kireç taşı, her yer çukurluk… Bir mağara bile yok. Nasıl oldu da kafayı yemedik bilemiyorum. Anlaması zor olabilir, fakat bizim gibiler için böylesine bir arazide bir mağara dahi olmadığını görmek, bir misyoneri tanrının olmadığına inandırmaya benzer.  Uçurum kenarına gelip de karşı duvarı dikine, daha önce doğada rastlamadığım bir hızla tırmanan üç tane hayvan gördükten sonra vaşak korkusuyla kampa dönmeye karar verdik. Hava da kararıyordu zaten. 

Dönüşte Recep bir taşlığın arkasına bakmak için çukurluğa indi. Bülent yanımda “nolur hayvan gibi bağır, nolur hayvan gibi çığlık at” diye sayıklıyordu. Ve birden taşların arkasından gırtlaktan bir “heeyooo” sesi geldi. Deliler gibi çığlık atıyordu Recep. Biz de ipini koparmış kaçıklar gibi bağırarak deliğe doğru koşturduk. Yatay bir girişti. Ağzında güçlü bir hava akımı vardı. Bu iyiye işaretti. Bülent içeri girdi. Biraz gidip tıkanıyordu mağara. Dikkatinizi çekerim “bitmiyordu”, toprakla “tıkanıyordu.” Tabi hayal kırıklığı içinde kampa dönerken EGMA’nın toprakla tıkalı olan ve Bülent Genç’in kazarak açtığı ağzını düşünmeden edemiyorduk.  Odun ateşinde pişmiş efsane ton balıklı fesleğenli makarnamızı gömdükten sonra çadıra girip yattık. Ulumalar geliyordu. Haydi uyku öncesi gıybet dedik fakat üçümüzün de götü tutuşuyordu. Bir şekilde uykuya dalmışız; gecenin üçünde paldır küldür üzerimize gelmekte olan bol şimşekli bol yıldırımlı bir fırtınanın sesiyle uyandık. Uyku sersemi nasıl bir korktuysam hayal meyal Bülent’e “Yıldırım düşmez dimi?” diye sorduğumu hatırlıyorum. “Hayıır çukurluktayız” oldu cevabı. 

5. Gün (11.06.2019 Salı)

Sabah uyandığımızda gördük ki fırtına bize kadar gelmemişti, yaşıyorduk. Tüm günü tepelere tırmanıp mağara arayarak geçirdik. Neredeyse tüm arazi sıralanmış çukurluklardan oluşuyordu. Yukarıdan bakıldığında “kesin var şu taşın ardında” diyor, birimiz koşup baktığında ve eli boş döndüğünde “yahu burda nasıl mağara olmaz” diye darlanıyorduk. Kayaçlar çok parçalanmıştı, bu bize bir mağara varsa bile ağzının kapanmış olacağını düşündürüyordu. Ufak deliklerin koordinatlarını kaydederek kampa döndük ve toplanıp otostopla Kaş Yaylası’na döndük. İlk iş yaylacı teyzenin bakkalından kola ve cips almak oldu. Ruhumuz kolaya susamış olsa gerek, teyzeyle muhabbete dalıp içtikçe içtik. Sonra bizi geçmekte olan bir arabaya bindirdiler, biz de yollandık Anamur’a. Artık keyif moduna geçmiştik. Uçak biletlerini Antalyadan sabah 8.30’a aldık. Anamur’da pide ve tantuni yiyip birer bira aldık ve ayaklarımızı denize soktuk. Alpay Abi aradı ve “ben dağdayken gitmişiniiiz eve geldim şok oldum, iki gün daha kalsanız ayrılamazmışız biiz, ben sizi kardeşim gibi benimsemişim” dedi. Gel de duygulanma. Bülent’e ilk şiirini yazdırdı bu cümleler. 

Albay olacak adamsın

Lapa lapa kar yağsa durmazsın

Padişah tahtlarına layıksın 

Aha şurada mağara var desek

Yolunu bulur, oralara vararsın

(Yazının bu noktasında kahkahalarıma engel olmakta güçlük çekiyorum)

Otobüsle Antalya’ya vardığımızda saat gece 1 sularıydı. Sırtımızda çantalar Konyaaltı plajına indik, Akdeniz Akşamları modunda şıkır şıkır takılan gençlerin arasına 5 gündür su değmemiş vücutlarımız ve yağdan kalıplaşmış saçlarımızla karıştık. Çantaları yığıp denize girdik. Şaşalı cümlelere gerek yok, basitçe muazzamdı. Yaklaşık 6 saat kadar sonra GPS’imizde 20 mağara, defterimizde 7 ölçüm ve hafızamızda bir dolu güzel hatırayla kulüp odasına gelmiştik. Şimdi anlıyoruz ki gezi boyu yaşadığımız hayal kırıklığı beklentilerimizi fazla yüksek tutmamızdan, derin bir mağara bulmaya kafayı takmamızdanmış. Keşke biri de çıkıp bize üç kişi EGMA 2’yi bulacak haliniz yok deseymiş. Ya da belki de iyi ki kimse dememiş. Belli mi olur, en nihayetinde mağara milleti bu ..;)

Yazan: Göksu Kayacılar