Aksu, Düzce, 21-22 Ekim 2017
Geziye Katılanlar: Bora Efe, Selen Özkelebek, Erdi Şencan, Erdinç Kara, Tutku Nergiz, Anıl Alyanak, Bensu Elmacı, Gamze Baydemir, Uğur Özkan, Ozan Küçükbağış, Recep Can Altınbağ, Seyyidi Kerim Parlak, Burak Gökyer, Merve Uslu, Hakan Erbaş, Behiye Güzelkabaağaç, Milael Nejat Pour, Özlem Kaya, Emin Ali Konukoğlu, Anıl Özrenk, Oğuzhan Dündar, Fırat Ayaydın, Halil Habip Atıcı, Can Gözönünde, Mezih Berkay Öztürk, Ecem Solmaz, Beliz Aydın, İrem Kopucuoğlu, Doğu Berk Gümüş, Cihanşah Akif Yıldıray, Bülent Efe Temür, Eren Kenan, Semih Yılmaz, Berkay Temizkan, Murat Yüksel, Emre Güneş Memili
O gün kulübe girdiğimde ilk işim etrafı gözlemleyip gezi yazıma nasıl başlayacağımı bulmaktı fakat hazırlıklar tüm hızıyla sürüyordu. Nasıl olsa bir şekilde başlarım dedim ve yeşil köpük matlarımızı geziye götürmek üzere yerinden alıp sarmaya başladım. Kulüpte o an bulunan herkes bir şeylerin ucundan tutuyordu.
Recep ile sürekli birbirimize gelip gidip acaba neyi unuttuk diye soruyorduk. Bu soru bir süre sonra ciddiyetini kaybetmişti ve geyik muhabbetine dönüşmüştü. Biraz sohbet biraz yemek derken otobüs gelmişti, eşyaları otobüse yükledik ve nihayet yola çıktık. Yolculukta Ozan yanına birkaç kişiyi daha alıp bize arabasıyla eşlik ediyor, geri kalanlar da otobüs ile yoluna devam ediyordu. Gidiş yolculuğunda bahsetmek istediğim iki olay var; bunlardan biri Ozan’ın arabasının bozulması ve tamiri için bir süre uğraşılması diğeri ise Erdinç mışıl mışıl uyurken üzerinde kamptayken yemeklerin içinde afiyetle yiyeceğimiz taze biberin sallanmasıydı. Kamp alanına yaklaşık on dakikalık bir yürüyüşün ardından vardık. Malzeme çadırı, mutfak çadırı ve kişisel çadırlar kuruldu, artık uyuma vaktiydi. Çadırıma çekildim ve uyumam için önümde olan yaklaşık iki saatlik süreyi kullanmaya başladım.
Sabah uyandığımda çadırın baya soğuk olduğunu fark ettim ve bir an için çıkmasam mı diye düşünmedim değil. Lakin sonra ilk shiftte olduğum gerçeğini kabullenip bir anlık güçle uyku tulumumdan çıktım ve ateşin olduğu yere doğru yürümeye başladım. Bir gece öncesinde Ercü’den “sabah erkenden uyanıp ateşi yakma” sözü almıştım ama gittiğimde ne ateş vardı ne de odun. Hemen iki üç kişi etrafta odun aradık, çalı çırpı ufak birkaç dal derken ateşi en azından yakabilecek kadar dal parçası bulmuştuk. Erdi çakmağını çıkardı ve dalları tutuşturmak için ateşledi ama bu şekilde zor olacağını düşündüğünden başka bir yönteme geçti. Cebinden katlanmış bir kağıt çıkardı (Bu sıradan bir gazete ya da kâğıt parçası değildi, bu Erdi’nin diplomasıydı). “Sizin için diplomamı yakıyorum” dedi fedakar bir ses tonuyla. Sonra etrafa şöyle seslendi: “Sizin almak için uğraştığınız kağıt parçasını ben yakıyorum be”. Tahmin edeceğiniz üzere bu sadece bir fotokopiydi ama sabahın o saatlerinde soğukla mücadele edip ateşi yakmaya çalışırken içimizi ısıtan bir muhabbet olmuştu.
Ateş yandı, ısındık, yemek yapmaya başlarken acı gerçekle karşılaştık. Recep’le birbirimize sorduğumuz ne unuttuk sorusunun cevabını bulmuştuk. Bu malzeme maalesef kampın en gerekli gereçlerinden ateş eldiveniydi. Leziz bir yumurta yedik, kuşanmaya başlamamız gereken saatlere gelmiştik, içliklerimizi giydik ve malzeme çadırının yolunu tuttuk. Biz bu hazırlıkları yaparken Uğur, Gamze ve Kerim çoktan mağaraya girmişti ve döşemeye başlamışlardı. Kuşandım ve arkadaşlarıma yardımcı oldum; mağaraya girmeye hazırdık artık. Özlem, Behiye, Halil ve ben shift fotoğrafımızı çektirdik, shiftin diğer kalanı yani eğitmenlerimiz Uğur ve Gamze o an zaten mağaradaydı. Erdi mağaraya kadar bize eşlik etti. Kamp alanından mağara ağzına altı yedi dakikalık bir mesafe vardı. Bu yol biraz sulu, biraz eğimli ve kaygandı. Mağaraya girmeden önce ısınmamızı sağlayan ve içeride karşılaşacaklarımızın fragmanı tarzında yemyeşil ağaçlardan oluşan bir yoldu. Nihayet mağara ağzındaydık. İçeri girdik “Heyooo!” diye bağırdım ve “Heyooo!” diye bir ses duydum. Bu Uğur’un sesiydi, mağaraya başladıktan sonra ki ilk çıkışın başındalardı. Yani zamanlama olarak mağaraya doğru bir vakitte gelmiştik.
Erdi mağara ve mağarada güvenlik hakkında gerekli olan konuşmaları yaptı. Aksu’ya ikinci kez giriyordum, ilk kez bir mağaraya ikinci kez girecektim ve bu benim açımdan ayrı bir tecrübe olacaktı.
Shiftin en arkasında ben bulunuyordum önce Halil gitti ipe girdi ve çıkışa başladı. Uğur gelenleri aşağıda karşılıyor ve çıkış esnasında kontrol ediyordu. Gamze ise çıkışın sonunda gelenleri karşılıyordu. Daha sonra Özlem ve Behiye, sonrasında ise Uğur çıkışa geçti. Ben de hemen arkalarından devam ettim. İlk çıkışımızı tamamladık, mağaraya girdiğimiz anda soğuk su ile tanıştık ama ısınmamız fazla uzun sürmemişti. Uğur mağaranın en zor yeri olan baca kısmına geldiğimizi söyledi, kendimizi sıkıştırıp yukarı doğru çekmemiz gerekiyordu. Önce Gamze çıktı, sıra aynı şekilde ilerliyordu. Yeni arkadaşlarımız biraz uğraşıp çabaladılar, güç harcadılar ama bacayı geçtiler.
Takıl-geç ve cadı kazanları derken mağaranın sonuna gelmiştik. Beklediğimizden biraz daha hızlıydık (yaklaşık yarım saat kadar). Salçalı ve çikolatalı ekmeklerimizi yedik, suyumuzu içtik. Bu noktada Uğur’dan ekmeklere karşı birkaç sitemkar söz duyduk. Bunlardan şöyle bahsetmek istiyorum: “Bu salçalı peynirli ekmek konusunda bir türlü başarıya ulaşamadık. Evet, fazla sürme çabası olmuş. Tamam. Ama yetersiz. Ayrıca ekmek kılıç gibi.” dedi. Öyle ya da böyle yemekler yendi ve mutlak karanlık yaratıp bir süre oturduk. Özlem ve Behiye bu durumu ilk kez yaşıyorlardı. O anda şöyle bir ses yükseldi: “Şimdi mağarada ışığımız olmazsa neler olacağını anladık.”
Dönüşe geçmiştik. Uğur, dönüşlerin her zaman daha hızlı olduğunu söyledi. Gerçekten de öyle oldu, hızlı bir biçimde ilerliyorduk. Oluşumlardan bahseden Uğur, ıslanmadan cadı kazanlarını geçme yöntemlerini uygulamalı olarak gösteriyordu. Mağaranın sonuna baya yaklaşmışken bacada Bensu ve Bora’nın shiftiyle karşılaştık (yani ikinci shift). Baca, mağaranın en çok zaman alan yerlerindendi (Belki de en çoğu diyebiliriz.). Burada biraz bekledik. İkinci shift bacayı tamamladıktan sonra biz de geçtik ve yolumuza devam ettik. Artık mağaranın son inişindeydik, bu sefer ilk ben indim. Sonrasında Özlem, Behiye ve Halil geldi. Shifti toplayıp kamp alanına doğru yola koyulduk. Üstümüzü değiştirdik, malzeme çadırına koymamız gereken her şeyi koyduk. Mağarayı bitirmenin verdiği rahatlık ve huzurla ateşin başında oturmaya başladık.
Yemek yedik, yeni yemek yaptık, biraz odun topladık derken oturup oyun oynamaya karar verdik. Bu oyunun adı hırsız polisti. Herkes bir kart seçiyordu (vale seçen polis, as seçen hırsız, papaz seçen hakim oluyordu ve diğerleri de sıradan vatandaşlardı). Oyunun amacı hırsızın göz kırparak insanları öldürmesi, polisin ise hırsızı yakalamak için çabalamasıydı. Hırsız Ercü bana göz kırptığında polis olduğumu hiç tahmin etmemişti. Kartımı ona doğru çevirip baktığımda gözlerindeki tedirginliği görebiliyordum. Pis bir sırıtmayla yakalandın dedim ve hakim olan Selen, Ercü’ye çok güzel bir ceza verdi. Ceza şu şekildeydi: Bir el oyuna tişörtsüz devam edecekti. Baya komik anlar yaşadığımız bu oyuna Ozan’ın da dahil olmasıyla cezaların insafsızlık düzeyi her geçen oyun artmaya başladı. Recep de bu cezalardan nasibini almıştı. Tahta yemek kaşığını mikrofon olarak tutup “bas gaza aşkım” şarkısını söylemek zorundaydı. Biraz naz yapan Recep şarkı söylemiyorsan twerk yap teklifinin gelmesi üzerine hemen şarkısını söylemeye başladı. Git gide tehlikeli olan bu oyunu bitirmek istedim ve oyundan bir bahaneyle ayrıldım.
Üçüncü ve dördüncü shift bir saat arayla mağaraya girdi. Çıkan shift için yemek yapıldı, girenler yedi ve akşam olmuştu. Mağarada sadece bir shift vardı. Onlar için Bensu leziz bir bezelyeli makarna yapmıştı. Ben de naçizane bir kuru fasulye yapmıştım. Çıkış saatlerine doğru yemekleri ateşe yaklaştırdık.
Bensu’dan bir teklif geldi: “Vampir oynayalım mı?”. Oyuna başlama ve hazırlık süreci biraz uzun sürdü çünkü sayımız çok fazlaydı. Herkesin oturması gerekiyordu. Ateşi büyüttük, matları genişlettik ve artık hazırdık. Ben yönetici olmak istediğimi söyledim. Bu isteğime sıcak bakıldı ve oyuna başladık. Bu sıradan bir vampir oyunu olmayacaktı çünkü yaklaşık iki buçuk üç saat sürecek bir oyuna başlamıştık. Vampir seçerken iyi oynayacağına emin olduğum dört kişi seçmeye çalıştım Bora, Burak, Ozan ve Kerim’i vampir yapmıştım. Merve ise vampirlerin ajanıydı. Mağaradan son shift çıktığında oyuna biraz ara verdik, onlar yemek yedi ve tekrar yerleşmeye başladık derken oyun tüm hızıyla devam etti. Merve sessiz sessiz tüm köylüleri yakıyor ama hiç dikkat çekmiyordu. Tam bu esnada vampirler birbirine düştü ve iki vampir art arda yakalandı. Bunlar Ozan ve Kerim’di. Elenmelerine sebep olan ise Buraktı. Burak, vampirler oyunu kazanacakken tek başına kazanma ve hırs arzusuyla vampirlerin oyunu kaybetmesine sebep oldu. Merve ve Ozan çok sinirliydi. Burak’a bir ton laf saydırılmıştı ve Ozan: “Ben uyuyorum.” dedi. Hızını alamayan Ozan, çadırdan geri geldi bir hışımla ve tabi ki şakayla karışık bir şekilde Burak’a biraz daha takıldı. Bence oyunun en iyi performans gösteren oyuncusu Merve idi diyor ve bu konuyu geçiyorum.
Artık yavaş yavaş insanların uykusu gelmeye başlıyordu ama kimse uyumuyordu. Çünkü marsmellov gelmişti, bu başka bir şeyler daha gelebilir demekti. Herkes sucuğa kitlenmişti. Birkaç yeni arkadaş hata yapıp sucuk aldığını çok fazla kişiyle paylaşmışlardı. Sucuğun geldiği ana geçiyorum. Herkesin beklediği o an gelmişti (tabi ki kolay gelmedi). Çok fazla istek ve yalvarma boyutuna varan ısrarlar sonucunda sucuklarımızı yemiştik. Herkes gönül rahatlığıyla uyuyabilirdi. Sayımız bir anda azaldı. Burak bir yandan ders çalışmaya çalışıyor, bir yandan bizle contact oynuyor ve bir yandan da sakız çiğniyordu. Sakızlar hakkında birkaç bilgi verdi. Sorular üzerine anlattı, anlattı ve sonunda ya bir esprisi yok dedi. Dakikalarca sarf ettiği tüm cümleler anlamını yitirmişti.
Saat üçü görmek üzere iken ateşin başında Eren, Beliz, Anıl ve ben kalmıştık. Etraf çok karanlıktı. Rüzgârın sesi, ateşin sesi ve tahmin ettiğimiz kadarıyla bazı hayvanların ayak sesleri birbirine karışıyordu. En sevdiğim dakikalardı. Birkaç korku hikayesi anlattım ve ateş konusunda uyarı yapıp çadırıma uyumaya gittim.
Uyandığımda güneşli bir kamp sabahı olduğunu anlamıştım. Çadırımdan çıktım ve malzeme çadırının önündeki kalabalığa doğru ilerledim. Son shift mağaraya girmek için hazırlanıyordu. Onlara elimden geldiğince yardım etmeye çalıştım. Hatırladığım en net anlardan birisi de ben bu işle uğraşırken Kerim’in telefonla suratıma yaklaştığını fark etmemdi. Hiç şaşırmamıştım. Her zamanki gibi Kerim video çekiyordu, el salladım ve “Günaydın” dedim. Daha sonra Kerim’e shifte mağaraya kadar eşlik etme teklifinde bulundum. Kerim bu isteğimi kırmadı ve arkadaşlarımızla mağaranın ağzına kadar ilerleyip geri döndük. Mağaradan çıkacaklar için yemekler hazırlandı, malzemeler çantalandı, mutfak çadırı ve kişisel hazırlıklar tamamlandı. Artık geri dönüş yoluna koyulmuştuk. Otobüs henüz gelmediği için Recep ve Kerimle Aksu köyünü biraz olsun keşfetmeye çıktık. Bir gelenek haline gelen gezi fotoğrafımızı çektirdik ve yeşillerin içinde kurulu olan ama ağaçların bir bir tahrip edildiği bu güzel köyden ayrıldık. Saat 10 civarında kulüp odasına ulaşmıştık, eşyalarımızı yerleştirdik ve bir gezinin daha sonuna gelerek odamızı kapatıp evlere gitmek üzere yola koyulduk.
Anıl Alyanak