Süs Havuzu

Mencilis, Karabük, 4-5 Mart 2017

Geziye Katılanlar: Bensu Elmacı, Bahadır Öztürk, Burak Gökyer, Resul Ekrem Zengin, Recep Can Altınbağ, Batuhan Batur, Hasan Fırat Alaman, Anıl Alyanak, Seyyidi Kerim Parlak, Sedat Delen, Tuğçe Nur İlbaş, Emel Gökgöz, Serkan Boynueğri, Burak Dindar, Furkan Türker, Osman Batuhan Balkan, Bora Efe, Uğur Özkan, Ebru Tütüncüler, Büşra Asena Sayın, Funda Yılmaz, Emre Can Güzel, Aybüke Yıldırım

Gezi yazısına nasıl başlasam ki diye düşünürken başlamış bulundum galiba. Geziye daha çıkmamıştık. Bir gün öncesiydi ve Batuhan, SRT şenliğinde yorgun düşmüş kimseleri bot tamiri yapmak için sağdan soldan topluyordu. Botları şişirip patlak olup olmadığını kontrol edecektik. O sırada nasıl olduysa botları kütüphanenin önündeki süs havuzunda kontrol etme fikri çıktı bir yerden. Birdenbire kendimizi kütüphanenin önünde bulduk. Ayakkabılarımı çıkarmış ve suya girmiştim. Botlardaki patlakları bulup işaretliyorduk. Daha sonra bota binme fikri çıktı birinden ve kendimi birdenbire botun içinde buldum. Küreklerin başında ise Junior Batuhan vardı ve açılmaya başladık. Kara parçası neredeyse görülmemeye başlamıştı ve akıntı vardı hee. Sonra bir ses duyduk: “Arkadaşım, burası süs havuzu, yeri değil bunun!”. Güvenliğin uyarısıyla botu kenara çekmek zorunda kaldık ve yamaları yapmak üzere kulüp odasına döndük. Sonra akşam oldu. Eve gittim. Uyudum. Sabah oldu. Kalktım. Kulüp odasına geldim. Birgül çay içiyordu. O sırada nasıl olduysa hangboard yapma fikri çıktı bir yerden. Birdenbire kendimizi testereyle tahta keserken bulduk.

Malzeme hazırlamak için falan gelmeye başladılar ve malzemeleri çantaladık. Daha sonra ise Emre’nin yardımıyla hangboard’a iki delik açıp ağaca astık. Herkes sırayla denemeye başladı. Geziye çıkış saati yaklaştıkça kulüp odası daha da kalabalıklaşmaya başlamıştı. Birdenbire ışıklar söndü. Elimde klasik gitar belirdi. Emre defin, Selen ise basketbol topunun başına geçti. Emre’nin çaldığı ritimlere kafamıza göre bir şeyler sallamaya başladık. Birdenbire minik dualar grubuna bağladık ve tala ala bedru aleyna ile kendimizden geçtik. Bu sırada ise Kerim canlı yayın açmış ve Birgül eşlik ediyordu.

Saat 00.00’a yaklaşınca çantaları otobüse taşıyıp yolculuğa başlamış bulunduk. Bensu Niğde’nin 5 tarafı dağlarla çevrili ve midye dolmasının ünlü olduğunu ortaya attı. Yarı uyanık yarı uykulu bir şekilde olduğum için tam hatırlayamasam da shiftlerin oluşturulduğunu ve ilk shiftte olduğumu duydum. Birdenbire sabah oldu ve kendimi Mencilis mağarasının kamp alanında buldum. Güneş ortaya çıktı çıkacak gibi bir haldeydi. Kamp alanı yemyeşil çimlerle kaplı, hafif bir eğimi olan güzelce bir yerdi. Aralara serpiştirilmiş ufak taşlar vardı ve beyazımsıydılar. Çadırlar kuruldu ve kamp ateşi yakıldı. İlk girecekler için ekmek arası bir şeyler hazırlandı.

Saat 9:30’da Emre, Burak D., Burak G., Furkan, Ebru ve ben çantaları yüklenip mağaranın yolunu tuttuk. Bu sefer birdenbire mağaraya giremedik çünkü baya bir merdiven çıkmamız gerekti. İlerledikçe su sesi gelmeye başlamıştı. 15 metrelik inişe vardığımızda ise çok net bir şekilde duyuluyordu. Emre döşemeyi yaptı ve aşağı inip devam ettik. İlerledikçe su sesi daha da artıyordu ve iletişim kurmak zorlaşıyordu. Suya vardığımızda ise debisinin çok yüksek olduğunu gördük. Emre bot için döşeme yapmaya gitti ve daha sonra botun patlak olduğu ortaya çıktı. Biz girdikten bir saat sonra mağaraya girecek olan Uğur’un shiftini bekledik. Daha sonra ise bot geri toplandı ve mağaradan çıkışa geçmeye başladık. Çıkış baya hızlı sürdü ve 14.30 gibi kamp alanına vardık. Kamp alanına vardığımızda sanki mağaraya girişimiz ve yaşadıklarım bir rüya gibi gelmişti. Güzel ve bitmesini istemediğim bir rüya gibiydi ama uyanmak zorundaydım.

Yemeği yiyip biraz dinlendim. Bu sırada 2. Shift gelmiş ve 3. Shift mağaraya girmek için hazırlanıyordu. Onlar girdikten sonra ise büyük bir ekip ile odun toplamaya çıktık. Uğur, Bora ve Batuhan’ın sabah bulduğu ağaca bakmaya gittik. Bir parçasını onlar getirmişti ve geri kalan çoğu dalı budamışlardı. Ekipteki çoğu kişi etraftaki orta boylu odunları toplayıp kampa geri döndü ve geriye Hasan Fırat, Furkan ve ben kaldık. Yerde duran biraz büyük bir kütüktü ve üçümüz taşımayı denediğimizde başarılı olamadık. Testereyle ikiye ayırmaya çalışıyorduk ve sırayla testerenin başına geçiyorduk. Odunun rahat kesilmesini sağlamak için ise tahterevalli misali uçlarına biniyorduk. Daha sonra ortadan ikiye ayırıp yavaş yavaş ilerletmeye başladık. O sırada kafamın içinde “Oduncu!”, “Tamam” ve “Olur” sesleri yankılanıyordu. İki parçayı da sırayla toprak yola kadar taşıdık ve o sırada uzaktan bir arabanın geldiğini gördük. Araba durdu ve içindeki abi bende zincir var taşımanıza yardım edeyim dedi. Kütükleri zincirle arabaya bağladı ve kamp alanına kadar götürdü. Teşekkür ettik ve ayrıldık.

Kamp ateşinde oturuyordum ve o sırada Junior Batuhan baltayla odun kesmeye çalışıyordu. Uğur ve Batuhan ise ona Baltayla Odun Kesme 101 dersi veriyordu. Daha sonra Uğur dayanamadı ve baltayı alıp odunları kesmeye başladı. İndirdiği her balta darbesi odunları ikiye ayırıyordu. Baltanın her inişinde odundan çıkan o ses insanlara huzur veriyordu. Uzun bir süre sesler kamp alanında yankılandı. Sonra Uğur baltayı bıraktı ama biz gerekirse sonsuza deklemesine kadar bakabilirdik.

Akşam saatlerine yaklaştıkça rüzgar yavaş yavaş sertleşiyordu ve kamp ateşi insanları kendine çekiyordu. Sular kaynatıldı, yemekler yapıldı, kamp ateşi etrafına boncuk boncuk dizildi herkes. Yapılan makarnanın içine ne kadar baharat varsa koyuldu ve farklı tatlar denendi. Hava daha da soğumaya başladı. Uğur’dan esen rüzgara karşı alternatif bir çözüm geldi ve bir mat alıp kendi etrafına sardı. Bunu görenler ise arkalarına mat alıp rüzgardan korunmaya çalıştı. Herkes arkasına mat alınca ise rüzgar insanların üzerlerinden bir yol bulup kamp ateşine geliyor daha sonra çıkacak bir boşluk aramaya çalışırken ateşin etrafında dönüp dolaşıyor ve herkese ateşin dumanını üflüyordu. Üşütmese de rahatsız ettiği kesindi. Ama bu çözümlere rağmen üşümeme engel olamadım ve erkenden çadıra gidip uyudum. Saat 20.00 civarıydı ve geceye doğru yaşanacak geyikleri kaçırmıştım. Aslında biraz ısınayım diye uyku tulumuna girmiştim ama uyumuşum ve birdenbire sabah oldu benim için. Ama kamp ateşi başındakiler için zamanın bu kadar hızlı geçmediği kesindi. İlerleyen saatlerde O Ses Bensu isimli oyunu oynamışlar ve hikayeler anlatılmış. Gece 2’den sonra ise soğuk hava herkesi çadıra iteklemiş ve kimsecikler kalmamış.

Sabah Emre’nin sesiyle uyandım ve kırağı yüzünden çimenlerin üstünün beyaz bir örtüyle kaplanmış olduğunu gördüm. Gece baya bir soğuk geçmiş olmalı ki herkesin yüzünde bitkin bir ifade takılıydı. Ateş yakmak için oduncukları toplayıp birkaç deneme yaptık. Mağaraya girecek shift için yemek yetişmeyecekti o yüzden onlara ekmek arası yapıldı. Onlar mağaraya girdi ve biz de büyüyen ateş ile beraber yemek yapmaya başladık. Ebru bu sırada çadırlarında uyuyan kişileri bulaşık yıkama görevi ile cezalandırdı. Batuhan, Anıl ve Burak D. bundan habersiz mışıl mışıl uyuyorlardı. Son gün olması ve çok fazla malzeme çeşidi bulunması gibi sebeplerden ötürü yapılacak yemeğe elimize ne gelirse koymaya başladık. Patatesli, mantarlı, domatesli, yumurtalı ve kaşar peynirli çok değişik bir yemek ortaya çıktı. Tabak bulamayanlar yarı dolu bir şekilde olan peynir kaplarını boşaltıp yemek için yer ayırmaya çalışıyorlardı. Tahinin getirilip pekmezin getirilmemiş olması kamp alanında ufak çaplı bir deprem yarattı ama sonra yeni bir lezzet olan çikitah ortaya çıktı. Çikolata ve tahinin eşsiz buluşmasıydı bu.

Güneş yavaş yavaş etkisini gösteriyor ve hava ısınıyordu. Hava ısındıkça giysiler çıkmaya başladı. İlk önce Uğur sonra Eko derken en son Sedat çılgınca bir şekilde üstünü çıkartıp yüz üstü güneşlenmeye başladı. Mağaraya turistik olarak ziyarete gelen insanlar, mağaracıları doğal ortamlarında gözlemleme fırsatı yakalamıştı ve bu manzaranın keyfini çekirdek çitleyerek çıkartıyorlardı.

Sabah giren iki shiftin mağaradan çıkmasını beklemeden eşyaları toparlama ve onlar gelince zaman kaybetmeden yola çıkma fikri çok cazip geldi. Hazırlanmaya başladık. Bu sırada çadır kazıklarını yere saplama fikri çıktı bir yerden. Ortam birdenbire Cüneyt Arkın filmlerindeki savaş sahnelerine dönüştü. Uğur elindeki üç kazığı bir anda yere saplamaya çalışıyor. Kerim telefonuyla bu anı ölümsüzleştiriyor. Bensu, ben de yabbdım beni de çek diye sesleniyor. İzleyenler gözlerine inanamıyordu.

Kamp toplanmaya başlamıştı ve çantalar yan yana konmuş bir vaziyetteydi. O sırada bir poşet zincirlerinden kopmuştu ve özgürlüğüne doğru ilermeye başlamıştı. Havada bir sağa bir sola savruluyordu. Rüzgar ile beraber dans ediyordu adeta ve ateşin başındaki herkes bu poşete kilitlendi bir an için. “Sometimes there is so much… beauty… in the world, I feel like I can’t take it, and my heart is just going to CAVE…”

Mağaraya girenler çıktı ve hızlıca son kalan eşyalar da toplandı. Mıntıka temizliği yapıldı ve topluca gezi fotoğrafı çekildi. Artık dönüş vakti gelmişti. Bir zaman makinamız olsa ve 2 gün önceye ışıklansak ve yeni baştan geziye başlasak ama bunu fark edemesek nasıl olurdu diye düşünüyordum ki İstanbul’a varmışız. Saat 22.30 gibi bir şeyi gösteriyordu ve ödevimin teslimine 1.30 saat kaldığı gerçeğini kabullenmiştim artık. Malzemelerin kulüp odasına taşınmasına yardım edip eve doğru koşmaya başladım.

Ekipler:

4 Mart Cumartesi:

  • Döşeme: Emre, Ebru, Burak G., Burak D., Furkan, Recep (9:30 – 14:30)
  • Uğur, Bensu, Batuhan, J. Batuhan, Kerim, Serkan (10:30 – 15:45)
  • Bora, Aybüke, Burak G., Anıl, Ekrem, Sedat (15:50 – 20:45)

5 Mart Pazar:

  • Emre, Furkan, Asena, Emel, Hasan Fırat (9:10 – 12:45)
  • Aybüke, Bora, Bahadır, Funda, Tuğçe (10:00 – 13:15)

Recep Can Altınbağ