Taşoluk, Sakarya, 18-19 Şubat 2017
Geziye Katılanlar: Burak Dindar, Recep Can Altınbağ, Kubilay Sermet, Furkan Türker, Bora Efe, Erdinç Kara, Gamze Baydemir, Mahmut Ebrar Açık, Batuhan Balkan, Selen Özkelebek, Türker Türkyılmaz, Bahadır Öztürk, Uğur Özkan, Onat Ekin Kaplan, Erdi Şencan, Ali Hakan Eğilmez, Halil Hakan Eğilmez, Halil Habip Atıcı, Seyyidi Kerim Parlak, Batuhan Batur
Yağmurlu bir pazar akşamı kanepemde uzanmış Star Wars izleyip ays çaklıt mokhamı yudumlarken whatsapptan gelen ”ITU-BENSU” mesajı ile başlayan hafif bir kalp çarpıntısı.. ”GEZİ YAZISI!”
600 saniye sonra üzerinden 3 hafta geçmiş dahi olsa İTÜMAK’ta sorumluluklardan kaçılamayacağını öğrenmiş bir şekilde yeni word belgemi oluşturdum: ”Taşoluk Gezi Yazısı”
XVII-II-MMXVII/İTÜMAK Headquarters
- Gamze do you need help?
- No, I am counting the preserves.
- Roger roger.
Otobüsün 21:00’da gelecek ve geziye katılımın az olacak olması saat 13:00 sularında cam kenarına tüneyip yıllar önce bitmiş olan Ezel’in final bölümünü izlemem için tam da ihtiyacım olan şartları oluşturuyordu. Etrafıma bakıp konserveleri saymakta olan Gamze dışındakilerin de telefon veya bilgisayarda ya da bir muhabbetin içinde olduğunu gördüğümde kulaklıklarımı takıp kendimi Ramiz dayının sesine bırakıyordum ki odaya Emre’nin girmesiyle işler değişti..
- Ercüüüğ, sordun mu Gamze’ye yapılacak iş var mı diye?
- Evet, sordum hallediyormuş.
- Ne zaman sordun?
- Sen gelmeden önce.
- Haydi kalk boş durma.
- ………….
Yan odada birkaç kişiyle birlikte alışverişte alınan eşyaları geometrinin fiziğin ve matematiğin dibine vurarak kutulara yerleştirirken diğer odada birkaç kişi mağara haritalarını korumak amaçlı bantlıyorlardı. O sıralarda Emre sırt çantasını sırtlayıp başka bir geziye katılacağı ve bizim düşündüğümüzün aksine çantasını Taşoluk için hazırlamadığını söyleyerek odadan ayrılıyorken daha sonra yolumuzun bir daha kesişeceğini bilmiyorduk (spoiler 001).
Saat 19:00 sularında gezi hazırlıklarını henüz tamamlamıştık ki 7 kişi olan sayımız 0.3×10^-15 egzasaniye içerisinde 17 kişi olmuştu. Muhabbet güzeldi çayımız, kahvemiz ve kimin olduğunu bilmediğimiz ama sonuna kadar sömürdüğümüz büyük bir paket cicibebe bisküvitimiz vardı. Tek yapmamız gereken otobüsün gelmesini beklemek ve suyu biten ketılımıza su doldurarak sürekli çay tedariği sağlamaktı.
21:00 civarı “Sıkılmaya başladık mı sanki.. Kaçta gelecekti bu otobüs? Niye gelmedi ki.. 9’da gelmiyor muydu? 10’da mı? Ne yapsak? Burda scrabble var..?”
- Şimdi burda senin kelimenin sonuna bir harf ekliyorum yaz bana 32 puan.
- Hayır abi olur mu öyle şey!
- Olmaz mığğ?
- ………….
23:00 sularında otobüsümüz gelmiş hızlıca eşyalarımız otobüse taşınmış ve yola çıkmaya hazır hale gelmiştik. Son kontrolleri yaptık ve İstinye çıkışından 260km/h hız ile yola atladık. Diğer gezilere göre yolculuğumuz çok sessiz çok sakin gidiyordu. Ne olurdu öyle gitse.. Saat 1 civarlarında Taşoluk köyü girişinde patika yolda kenara çekmiş bir arabanın önünde, katlanabilir sandalyesini açmış oturan iki tanıdık sima gördük.. Yukarıda verdiğim spoilerdan anladığınızı düşünüyorum: Emre ve Ozan. 5 dakika mola verip bize yaptıkları sürprize gülüp eğlendikten sonra tekrar yola çıkmıştık ki az ilerideki patika yoldan geçmeyip Google Maps’in ileride de bir yol olduğunu göstermesine güvendiğimiz ana kadar sakin bir yolculuktu..
- Şoför Abi: Geçer mi burdan acaba?
- Rahat geçer abi. Geçerr geçer..Dur bakiyim, geçer valla..
- Çukura girdi teker galiba..?
- Tampon vurdu sanırım..
- Yanık lastik mi koktu ?
- Şoför Abi: Gençler bi inin de itelim gitmiyor…
- 1..2..3 Ihğğğğ Tekrar..1..2..3..
- Iğğğğhhhh..
10-15 dakikalık çabalarımız sonucunda otobüsü kurtarmıştık ki bizim yolun sonundan gelen arabayı gördük; Tabii ki Emre ile Ozan. Kim olacaktı başka..
- Siz niye buraya girdiniz ki asfalt yol vardı?
- Google Maps’in taa..
Engebeli patika yollarda 5 dakika daha gittikten sonra köyün içlerine girip bir köyün meydanı denilebilecek bir yerde durduk. Eşyalarımızı indirip çantalarımızı sırtlayıp yolun yaya olarak devam edeceğimiz kısmına geçtik. Emrelerle birlikte zifiri karanlıkta kafa lambalarımızı yakmış gidiyorduk ki ayağımdaki spor ayakkabılarla bu yollarda daha fazla gidemeyeceğimi anladığımda çantamı ve elimdeki kutuları bir kenara koyup çizmelerimi çıkarmaya koyuldum. Nihayet çizmelerimi giyip, etrafıma bakıp da ortalıkta hiçbir yaşam belirtisi göremediğimde kalbimin teklediğini hissettim. 2-3 dakika sonra yolun arkasından gelen Uğur’un o nur yüzünü gördüğümde tam oh çekmiştim ki 108 saniye sonra kendimizi şu diyaloğun içerisinde bulduk:
- Irmağın ilerisinden sesler geliyor düz gidelim.
- Yukarıda da ışık var sanki?
- Arasana bir Emre’yi nereye gitmişler..
- Emre açmıyor.. Türker’i arayayım bakalım..
- Türker, Erdinç ben.. Derenin yanındayız biz düz mü gidiyoruz yukarı mı?
- Ne deresi abi ben dere falan görmedim?
- WTF! ..
Saat 02:30’da kamp alanına vardık. Sözde 2 saniyede kurulan 2seconds1easy çadırımı kurmayı yarım saat sonra tamamlayıp tulumuma girmiş ve uykumun daha ilk aşamalarındayken tüm kamp, Uğur’un tanımadığım bir ses tınısıyla gelen “Çiiğ köfte isteyen var mığğğğ?” sorusuna karşılık olarak attığı nara ile irkildi..
18 .02 .2017/Taşoluk Kamp Alanı Sabah erkenden kalkılıp kamp ateşi yakılmış, kazanlar ocağa konulmuş kampın ilk çayı demlenmiş; ilk shifte girecek mağaracılarımızın mağara gıdaları hazırlanmıştı. Tüm hazırlıkları tamamlayıp yola koyulduk. İlk shift Uğur’un idi. Daha önce mağaranın çamurlu olduğunu söylemişlerdi ama boğazımıza kadar çamura batacağımızı hiçbirimiz düşünmemiştik. Mağaranın dönüşüne geçtiğimizde bindirme yapan ikinci shiftle – Erdi’nin shifti- karşılaşıp 30 saniyelik mutlak karanlık yaptıktan sonra kafa lambamı henüz açmıştım ki Uğur’un fazla detay vermek istemediğim ilginç dansını seyrettik. Daha sonra Erdi’nin shiftiyle vedalaşıp çıkışa doğru yol aldık. Kamp alanına gelip çamurlu bir anı fotoğrafı çekildikten ve tulumlarımızı çıkartıp yemeğimizi yedikten sonra 4-5 saat ortaya çıkmamak üzere çadırlarımıza çekildik.
Rüyamda kampa jandarmanın geldiğini ve bizimkilere hazine aramayla ilgili birşeyler sorduğunu anımsıyorum. Uyanıp kamp ateşi başında Kerim’le konuşana kadar anımsadıklarımın rüya değil de kampta gerçekten geçen olaylara yarı uyku halinde kulak misafiri olduğum olduğunu bilmiyordum. Gezi yazısına yazacak bir şeyler yaşanmasını beklerken böyle güzel bir fırsatı uyuyarak kaçırdığım için bu olayın detaylarını paylaşamıyorum. Ben uyandığım sırada ikinci shift mağaradan çıkalı mevsimler geçmiş üçüncü shift ise 30 dakika kadar sonra biz kamp ateşi başında kontak oynadığımız sırada dışarı çıkmıştı. Ateşte hiç yemeğimiz yoktu. Neyse ki aç olmadıklarını söyleyerek bizi rahatlatmışlar ve oyunumuza devam etmemize olanak tanımışlardı. Gece yarısına kadar sıkılmak usanmak bilmeden Recep’in hiçbir literatürde bulunmayan kelimelerinin geçtiği, Emre’nin her seferinde “bi mağaracı” diyip Erdi’yle kontak kurarak kelimeleri şıp diye bulduğu, benim her fırsatta Tolkien evreninden göndermeler yaptığım bol eğlenceli bir oyun oynadık. Yine ateş başında kontak oynadığımız sırada bir anda herkes arka tarafa karşılıklı dizilmiş çadırların arasındaki patika yola döndü ve kafa lambalarını yaktı. Yolun ortasında hareket eden nesne kafa lambalarımızın odağı olduğunu anlamış gibi durmuş hareketsizce bize bakıyordu. Hemen tahminler gelmeye başladı. Orangutan, komodo ejderi gibi tahminlerden sonra aslında baktığımızın bir kurbağa olduğunu anladığımızda ikinci defa herkes bir fikir belirtme gerekliliği hissetmişti:
- Bırakın hayvanı bulur yolunu (Uğur the light face)
- Abi yakalayın pişiririz (unknown)
- Dikkat edin zehirli olabilir (Selen?)
Şeklindeki diyaloglardan sonra birileri karton parçası yardımıyla kurbağayı alıp çadırlardan uzak bir yere götürdü. Biz de tekrardan oyunumuza dönmüş 20 dakika kadar daha oynamıştık ki eldiven almak için çadırıma gitme ihtiyacı duyup o tarafa yöneldiğimde az önceki kurbağanın (bir akrabası da olabilir) benim çadıra doğru gittiğini gördüm. Neyse bulur yolunu dedikten 45 saniye sonra kendimi benim çadırı evi sanıp tentenin altına kurulan kurbağayı çıkarmaya çalışırken buldum. 5 dakika uğraşıp evimi geri alamadığımda Batuhan Batur da olaya dahil oldu ve kurbağayı çadırımdan defettik. Daha sonra ateş başına dönüp oyuna devam eden arkadaşlarımıza katıldık ama mağara çok yormuş olmalı ki 30 dakika sonra ben de sonunda uykuya yenik düşüp, birer birer çadırlarına çekilen mağaracılar kervanına katıldım.
Gece 4 suları derin rüya aleminde takılırken kulağımın 5cm ilerisinden gelen gırtlaktan bir havlama sesiyle neredeyse kalp krizi geçiriyordum. Kamp alanına inmiş bir köpek tam kafamın dibine gelmiş ve öyle yüksek bir şiddetle havlamıştı ki tulumdan fırlamam ile tekrar içine girip nefesimi tutmam için 0.005 saniye yeterli olmuştu. Uykudan tam uyanamamış nöronlarım hemen yanı başımdaki köpeğin, çadırımı yıkıp yıkamayacağını olasılığa dökmeye uğraşırken ben nefesimi tutmuş içimden bendeki şansa küfür ediyordum. 2 dakika süren ancak ömrümden 2 ayı götüren bu olay köpeğin benim yanımdan ayrılıp diğer çadırlara dadanmasıyla son bulacaktı ki bu sefer de başka bir köpeğin de kamp alanına giriş yaptığı bilgisi tarafımıza ulaştı. Köpek havlamalarına uzaklardan eşlik eden çakallar da uykumuzu mahvetmeye kararlıydılar. İşte bütün ümitlerin yitirildiği o karanlık saatlerde kralın oğlu İsildur babasının kılıcın.. (wutt?) hayır baştan alıyorum; uyku adına tüm ümitlerin yitirildiği o anlarda koca yürekli bir yiğido soğuğu ve köpeklerin onu parça pinçik edip kemiklerinin içindeki ilikleri bile emip sömürebileceği ihtimallerini hiçe sayarak çadırından çıkıp güçlü bir “hooşşşşttt” çektiğinde iki köpek de tabanları yağlayıp kampı terk etti. Müttefiklerinin bozguna uğradığını anlayan çakallar da volümü düşürdüler ve bu sayede uykumuza kaldığımız yerden devam ettik.
19.02.2017/Pazar Sabahı Sabah kalkıp yemeğimizi yedik ve kamp alanını toplayıp tekrardan köy meydanına doğru gitmek üzere çantalarımızı ve eşyalarımızı sırtladık. Patika yollarda ilerlerken köylü teyzeler bizi soru yağmuruna tutmuştu ki sırtımdaki 50L çantanın gitgide ağırlaştığını hissedip muhabbeti bitirmeye çabalarken her bir soru ardına başka bir soru geliyor normal şartlarda eğlenceli sayılabilecek diyaloglar artık bir işkence şeklini almaya başlıyordu. Neyse ki teyzeler arkadan gelen diğer arkadaşlara yöneldi ve ben de köy meydanındaki caminin önüne park etmiş bizi bekleyen otobüse kendimi bir hışımla atabildim. Otobüse binip Taşoluk maceramızı bitirmeden bir anı fotoğrafı çekilmek istemiş ve topluca bir poz vermek için konumlanmıştık ki art arda gelen arabalar poz vermemize bir türlü izin vermedi. Bu vesileyle bir kez daha gülüp eğlendik ve fotoğrafımızı çekilip İstanbul’a doğru yola çıktık.
Uzunca bir süre nerede yemek yiyeceğimizi tartıştıktan sonra (Erdi bir maça yetişmesi gerektiği için bize okulun oralarda 5 liraya döner 3 liraya dürüm yiyebileceğimiz şeklinde teklifler sunuyor, yol üstünde bir yere girmekten yana olan aklımızı çelmeye çalışıyordu. Tabii ki çelemedi.) nitekim her gezide yaptığımız gibi Köfteci Yusuf’a girdik..
Akşama doğru 6 gibi okula geldiğimizde zaten sayıca az kişi olduğumuz için odaya taşınması gerek eşyalarımız da azdı. Hemen taşıma işini bitirip bazılarımız temizliğe girişti bazıları da evlerine gitti. Pazar gününün en zevkli olayı başrollerinde Recep(-siz olur mu hiç), Emre, Batuhan, Kerim ve benim bulunduğum temizliği bitirdikten sonraki saatlerde voleybol sahasında yaşandı ancak geziye dahil olmadığı için öğrenemeyeceksiniz..
Ekipler:
- Uğur, Batuhan Balkan, Kerim, Recep, Kubilay, Erdinç (10.30 – 13.30)
- Erdi, Bora, Burak D., Mahmut, Bahadır, Türker (12.30 – 14.30)
- Ozan, Emre, Gamze, Selen, Onat, Batuhan Batur, Halil (16.15 – 18.30)
Erdinç Kara