Cemal Gülas’ın kaleminden…
Bazı şeylerin tarifi yok galiba, yerin yüz-iki yüz hatta daha derin bir noktasında karanlığın içinde kayıptır insan.
Bana göre mağarada karanlığı yaşamamış hiç kimseye gerçek karanlık tarıf edilemez. Karpit lambası söndüğü anda insanın kendi varlığından şüphe edeceği kadar gerçek dışıdır mağaraların karanlığı.
Bir balçık gibi öylesine kuşatır ki insanı, tüm uzuvlarınız kilometrelerce ötelerdeymiş gibi hissedersiniz.
Gece karanlığını karanlık sanmak bence saflık olur bu karanlığın yanında, gözleri sıkı sıkı kapamak da yetmez bu karanlığı anlamaya. Böyle bir karanlıkta karpit lambasının sarı alevidir insanı gerçek kılan, ışığın dışında hiçbir şey gerçek dışı yokluğunu unutturamaz insana, bedenin gözleri açıktır ama göremez nerede durduğunu ya da nereye yakın olduğunu algılayamaz. Böyle karanlıklara girdiğim zamanlar seyahatim kendi içime döner, birkaç kişiysek mutlak karanlığın içinde ışık kaynağımız olan karpit lambalarını kapatır bir tür oyun oynarız, bu çocukken oynadığımız tıp oyununa çok benzer, karanlıktan sıkılarak ışığını ilk yakan oyunun mağlubu olur, insanın sadece mekanla değil zamanla da bağı kopar, kimi zaman saniyeleri saat algılar beyin, kimi zaman da saatler saniye gibi geçiverir. Bazı zamanlar tavan sizden metrelerce yukarıda olduğu halde kafanızı çarpacaksınız gibi hisseder ayağa doğrulamazsınız bazende yanınızdaki duvarı boşluk gibi algılar arkaya yaslanamazsınız.