Gelin Çomaç Edelim

Taşeli Platosu, 11-21 Haziran 2019

Geziye Katılanlar: Anıl Özrenk, Beliz Aydın, Eren Kenan, İrem Kapucuoğlu, Mehmet Mert Doğu, Türker Türkyılmaz

Taşeli Platosu’nun doğusunda araştırma yapmak amacıyla 10 Haziran akşamı yola çıkmayı planlamıştık. 10 Haziran günü saat 14.00’da hazırlıklara başlamıştık ki saat 16.00 olmasına rağmen Mert gelmemiş, kayıplara karışmıştı. Derken saatler 17.00’ı gösterdiğinde Mert çıkageldi. Bir gece öncesini ateşli bir şekilde geçirmiş, gece karakolda sabahlamış olduğunu öğrendik. Herkesin toplandıktan sonra aç kalırız korkusuyla aldığımız paket paket makarnayı ve lavaşı kavga dövüş geri bırakıp yola koyulduk.

Sabaha karşı Kazancı Belediyesi’nde olmayı planladığımızdan geceyi Konya otogarında geçirme kararı aldık. Konya, mavi ledli otobanları ve insanları açısından alışılagelmişin çok dışındaydı. Adaptasyon sıkıntıları yaşadığımız için uyumakta zorluk çektik. Nihayet Kazancı’ya vardığımızda beklemediğimiz bir ilgiyle karşılandık. Eren ve Türker belediyeden insanlarla görüşmeye gittiği sırada yolumuz komünist amca tarafından kesildi. İlk sözü “Yanlış anlamayın bu hacı sakalı değil, gomünist sakalı gelin bi gomünist çayı için” oldu. Çaylarımızı içmiş, günlük siyaset dozumuzu almıştık. Belediyecilerle birlikte yanımıza gelen Eren ve Türker ile mükemmel bir kahvaltı yapmaya gittik. Sevgili Kazancı Belediyesi’nin ısmarladığı kahvaltımızı yaparken ilerleyen günlerde gezimizin merkezinde olacak İbrahim abi yanımıza geldi. Araştırma yapacağımız bölgeleri hep beraber konuştuktan sonra belediyenin sağladığı minibüs ile yola çıkacaktık. Ancak öncesinde geçmemiz gereken bir GBT kontrolü vardı. Hepimiz rahat ve endişesizdik. Derken jandarmalar Mert’in yanına gelip “Kardeşim sen asker kaçağıymışsın” dedi. Herkesin yüzünde bir şok Mert’in ise tebessüm vardı. İbrahim abi sayesinde Mert, Anamur Jandarma Birliği’nde silah altına alınmaktan kurtuldu ve yola koyulduk.

Belediyeden Mustafa abi şoförlüğünde 16lık minibüs ve Eren’in arabası ile Taşeli yaylalarını dolaşmaya başladık. Az benzinle girdiğimiz bu korku dolu toprak yoldan bir hafta boyunca kurtulamayacağımızı bilmiyorduk. Yolda gördüğümüz her yaylacıya “antikacı” olmadığımızı kanıtladıktan sonra bildikleri mağaraları sormaya başladık. Yolda giderken bölgeyi tanımak amacıyla arabalardan inip etrafta gezinme kararı aldık. Herkes bir yana dağılmış mağara ararken Eren ortalıktan kayboldu. Heyolarımıza sonunda “Gel!” Diyerek karşılık veren Eren’in yanına gittiğimizde arabanın anahtarını ve cüzdanını kaybettiğini öğrendik. 6 kişilik ekibimiz ve İbrahim abi seferber olmuş, Taşeli’nin taşlık ve otluk arazisinde küçük siyah araba anahtarı ve kahverengi cüzdan arıyorduk. Yarım saatlik bir arayışın ardından zafere ulaştık ve ilk durağımız olan Beşkuyu’ ya vardık. Bu sırada gezi boyunca araba anahtarını Eren’e vermeme kararı aldık. (İlerleyen günlerde Eren’den anahtarı almayı unuttuğumuz bir anda anahtarı yerde bulduk).

Beşkuyu’da Süleyman muhtarın karısı Latife teyze ve İsa abinin gösterdikleri iki mağaraya baktıktan sonra muhtarın evinde akşam yemeği yedik. Latife teyzenin gezi boyunca çok kez karşılaşacağımız “kızlar birlikte kalıyor değil mi?” sorusuna tatmin edici bir şekilde yanıt verdikten sonra mezarlığın yanındaki kamp alanımızı kurduk ve ertesi günün planını yapıp uyuduk.

İkinci gün rivayetlere göre Süleyman muhtarın beş kendir bağlayıp 50 metre sallandığı mağarayı araştırmak üzere Anıl, ben ve Türker yola koyulduk. Mağaranın 25 m derinlikte çıkmasına üzülmüş çıkışa geçiyorken, mağara ağzından bir ses “korkmayın çocuklar, ben yörüğüm” dedi. Olan biteni anlayamamış bir şekilde mağaradan çıktığımızda kendimizi “ben yörüğüm” diyen Nimet ablanın evinde çomaç ederken bulduk. Daha eve girer girmez beni içliklerimle gören Nimet abla “ çıplak dolaşma, al şu şalvarı giy” dedi. Orada tanıdığımız Babuş Mustafa abi ve Yaşar ağa ile mağaracılık hakkında konuşurken Yaşar ağadan “7 kendir uzattık, yine de sonuna ulaşamadık” dediği mağaranın bulunduğu bölgeyi öğrendik. Yağmur dinince kampa döndük.

Eren, Mert ve benden oluşan yüzey araştırma ekibi koca dağları gezen bu gezideki ilk ve son ekipti. Sabahın erken saatlerinde kamptan ayrılıp umutlu ve heyecanlı bir şekilde başladığımız “trekking” imiz hiçbir şey elde edemeyip sağanak yağmura kapılıp sırılsıklam kampa geri dönmemizle sonuçlandı. Bu yüzeyin bize kattığı şey ise bu bölgede 13.00-15.00 arası istisnasız her gün yağış olduğunu öğrenmekti. Daha sonrasında konuştuğumuz bütün yaylacıların “oralarda mağara olmaz” demesiyle yüzey araştırmalarına son verip ihbarlar üzerinden devam ettik.

Kampa döndüğümüzde diğerleri ellerinde sebze, meyve ve peynir dolu bir poşetle geldiler ve o gece güzel bir ziyafet çekip uykuya daldık.

Üçüncü günün planına göre Eren ve Türker yaylacıların daha önce gösterdiği ikinci mağaraya girecek, biz de Yaşar ağadan yedi kendirli mağaranın tam konumunu öğrenecektik. Ancak Yaşar ağayı bulamayınca, Nimet ablayla konuştuk ve o da bizi Güneyli Selo’ya (Selahattin abi) yönlendirdi. Kampa geri dönüp Eren ve Türker’in gelmesini bekledik.

Eren: Yaylacıların, duydukları su sesi üzerine yaylanın su ihtiyacını gidermek için kepçe ile kazıp girişini ortaya çıkardıkları mağarayı döşemeye gittik. Göklerden iki adet doğal bağlantı alıp mağaraya indik. İçerideki su insanın geçemeyeceği küçüklükteki bir delikten akıp gidiyordu. Delikte biraz debelendikten sonra geçemeyeceğimizi anlayıp mağarayı ölçtük ve çıkışa geçtik. Kamp alanına döndük. Gittikçe kötüleşen yolda ilerleyip Selahattin abinin evine vardığımızda malda olduğunu, akşam dokuzda geleceğini öğrendik. Selahattin abinin amcası olan Avukat Emmi, Ağaçtepe’ye giden yol üzerindeki ve Ağaçtepe’deki birkaç mağaradan bahsetti. Saat daha erken olduğundan arabayla 10 dakika mesafede olduğu söylenen Nazmi abinin Ağaçtepe’deki evine doğru yola çıktık. Bir buçuk saat süren yolculuğumuz sonunda Nazmi abinin evine vardık ve onların da malda olduklarını fark edip beklemeye başladık. Nazmi abinin evinin olduğu tepede beklerken evin aşağısında bir çobanın mal güttüğünü gördük. Yanına gidip konuştuğumuzda Nazmi abinin biladeri olduğunu ve Nazmi abinin sonraki gün geleceğini söyledi. Daha sonra kendisine Ağaçtepe’deki mağaraları sorduk, sonraki gün bize mağaraları gösterebileceğini “sabahın şerri, gecenin hayrından yeğdir” diyerek belirtti. Nazmi abinin biladeriyle sabah saat sekizde buluşmak üzere sözleştikten sonra gün batımında Yunt Dağı (namıdiğer yalnız dağ) manzaralı kampımızı kurduk. Hepimiz bir çadırda oturmuş yemek yerken duyduğumuz kurt uluması üzerine sucukları çadırdan uzaklaştırmaya karar verdik. Bu fikri biraz abartmamız üzerine yanlış anlayan Mert’in sucukları belenin ardına fırlatmış olduğunu sonradan öğrendik. Sucukları bulması ise atışı kadar kolay olmayacaktı.

Kahvaltıdan sonra Anıl ve Mert akşam evine gelmiş olan Nazmi abiyle mağaraların koordinatını almaya gitti.

Mert: Nazmi abinin yanına gittiğimizde bize ilk olarak Ayıgülü mağarasını gösterdi. Diğer mağaraları görmek için beleni aşarken oğluyla karşılaştık. Bize biraz şüpheci yaklaşan ve bizden rahatsızlık duyan oğlu kimliklerimizi görmek istedi. Olayı büyütmemek adına kimliklerimizi verdik. v

Anıl: Gözleriyle detaylı(!) bir gbt taraması yapan oğlundan kurtulduktan sonra Nazmi abiyle beraber Küçük ve Gıcık (zamanında gıcık lakaplı birisinin devesi düşmüş) mağaralarının koordinatlarını aldık. Karlık mağarasına doğru yola koyulduğumuzda yorulduğunu, belinin ağrıdığını söyleyen Nazmi abiden “şu belenin ardındaki yeşil ağacın beri yanındaki soluk ağacın yukarısındaki Karlık mağarasının yerini öğrendik ve dediği gibi mağarayı bulduk. Kampa dönerken Nazmi abinin evinin yakınındaki kuyudan su almaya gelen Turker ve İrem’le karşılaştık. İrem karşı belendeki Beliz ve Eren’i “Heyoo”(Nazmi abilere Heyoo’yu öğretmiş olduk) diye çağırdıktan sonra beraber çayımızı içtik, lavaşı peynire çomaç ettik ve kamp alanına döndük. Ardından kamp alanından çantalarımızı aldık ve tam arabada bıraktığımız eşyaları çantalarımıza yüklemiş yola çıkacakken yağmur yağmaya başladı. Bir süre arabada yağmurun dinmesini bekledikten sonra Turker, İrem ve Mert çadırlarda beklemeye karar verdi. Yağmur dindikten sonra yanımıza geldiklerinde çadırımın kapısını açık unuttuğumu; uyku tulumumun, üstümdekiler hariç yanıma aldığım tum giysilerin sırılsıklam olduğunu söylediler (Mert’in uyku tulumu da birazcık ıslanmış). En başta şaka yaptıklarını düşünsem, durumu kabullenmesem de düşününce hızla çantamı boşaltıp diğerlerine yetişmeye çalışırken kapatmadığımı hatırladım.

Yağmurun dinmesinin ardından arabadan çıkıp Ayıgülü mağarasına gittik. İrem ile birlikte mağaradaki sineklerle ölçüm yaparken yaşadığımız çeşitli atraksiyonlar sonucunda mağaradan çıktık.

Sonraki durağımız Küçük mağarasıydı. Mağaranın ağzına davarlar düşmesin diye koyulan taşların etrafını gerek çekiçle gerekse anahtarla deştikten sonra perlonla çekerek mağaranın ağzını açtık. açtık girsin içeri… Eren iki bolt çakarak mağarayı döşemiş aşağı inerken biz de 30 metre öteden yaptığımız yaklaşma hattını büyük bir keyifle izliyorduk. Mağara bittikten sonra Eren dışarı çıktı. Hava kararmak üzere olduğu için sonraki gün girmeyi planladığımız Gıcık mağarasının ağzına bakmaya gittik. Mağaranın olduğu yerden kamp alanı gözüktüğü için biz bildiğimiz yoldan gitmeyi, Türker ve Mert ise dümdüz kamp alanına gitmeyi tercih ettik. Arabaya eşyaları bırakıp geldiğimizde Türker’in bize hediyesini gördük. Burnu kanamıştı ve biz de onun kanını yerde bırakmamaya karar verdik (daha sonrasında yağmur yağdı ve Türker’in kanı yerde kalmadı). Kayalıklara oturup ayakkabılarımızı ve çoraplarımızı çıkardık ve ayaklarımızı ıslak mendille silip havalandırdık. Pis geçen onca günden sonra bu bile iyi gelmişti. Yemeğimizi yiyip sonraki günün planını yaparak uyuduk.

Sabah erkenden kalkıp hazırlandık. Yola çıkarken Mert bacağının ağrıdığını ve kampta kalmak istediğini söyledi. Mert’i kampta bıraktıktan sonra Gıcık mağarasına gittik. Uzaktan aldığımız iki doğal bağlantı ile İrem mağaraya inmeye başladı. Yaşanan ufak bir kazaya ramak kala durumundan sonra İrem’in yerini Türker aldı. Mağaranın ağzına yakın olan kayaların yapısı bolt için hiç uygun değildi, çekici vurdukça dağılmaktaydı. Etraftaki bir çalının kalın olan kök kısmından doğal bağlantı ile yapılan stres inişin daha rahat hale gelmesini sağladı. Mağaranın tek inişle bitmiş olması bu kadar uğraşmış olan bizleri biraz mutsuz etse de içerideki kuşların cıvıldaması teselli oluyordu. Mağaranın ölçümünü de alıp Karlık mağarasına doğru yola çıktık.

Anıl’ın yolu bildiğini iddia etmesi üzerine ona güvendik. Ancak belen inip çıkarak gücümüzü gereksiz yere harcamış oluyorduk. En sonunda gps sayesinde yol tarifi alarak mağaranın bulunduğu yere ulaştık. Anıl ve Eren mağarayı doğal bağlantılar alarak döşemeye başladılar. O sırada kara bulutlar da kendisini göstermeye başladı. Çantaları ve açıktaki eşyaları kuytu bir yere alıp üzerlerine yağmurluk örttükten sonra kendimizi de yağmurdan en az etkilenebileceğimiz şekillerde konumlandırdık. Kısa bir süre sonra yağmur artmaya başladı ve yıldırımlar düşüyordu. Yıldırımın düştüğü uzaklığı tahmin etmek adına ışıktan sonra sesi duyana kadar kaç saniye geçtiğini sayıyorduk. En son bir bile diyemeden gök gürültüsünü duyunca döşemeyi bırakıp daha az ıslanabileceğimiz bir yere geçme kararı aldık. Türker’in bulduğu ve hepimizi kolları altına alan ağacın altında ‘umarım buraya düşmez’ diyerek yağmur dinene kadar bekledik. Üzerinizde metal malzemeler varken en yüksek ağacın altında bekliyorduk. Ara ara çok genç olduğumuzu hatırlayıp, sığınacak başka yerler arasak da yağmur buna izin vermiyordu. Neyse ki çok geçmeden yağmur dindi ve bu gergin bekleyişten kurtulduk.Yağmur dindikten sonra mağarayı döşemeye devam eden Anıl ve Eren, mağara bitince, mağarayı ölçüp çıktılar. Böylece Ağaçtepe’deki maceramızın da sonuna gelmiştik. Sıradaki durağımız, Ağaçtepe’ye gelirken karşılaşamadığımız Güneyli Selo’nun yayla eviydi.

Anıl ve Eren mağaradayken de ara ara yağmaya devam eden yağmur, tam da Murphy kanunlarına uygun düşecek şekilde, işimiz bittiği anda yağmayı bıraktı. Hepimizin tek isteği kısa bir sürede kamp alanına varmaktı. Bir an önce eşyalarımızı sırtlanıp yola koyulduk. Yol boyunca; kaçta kampta olacağımız, kaçta yemek yiyip, kaçta Ağaçtepe’den ayrılacağımızı konuştuk. Nazmi abinin evine yaklaştığımızda mala çıkan çoban ailesiyle karşılaştık. Havadan, sudan, mağaradan konuştuktan sonra onlara o akşamki planımızdan bahsettik. Akşam yola çıkacağımızı öğrenince; “Çok yağmur yağdı, her yer çamur oldu. O yolu gidemezsiniz şimdi. Yatın uyuyun sabah gidersiniz.” şeklinde bir tepki verdiler. Şimdi önümüzde vermemiz gereken bir karar vardı: Yaylacıların uyarısını dikkate alarak sabah mı yola çıkacaktık, yoksa çamurun kısa sürede kuruyacağını düşünerek akşamdan mı çıkacaktık? Saatin erken olması akşamdan yola çıkmayı cezbedici kılıyordu.

Kampa döndüğümüzde Mert’in Nazmi Abilerin evini ziyarete gittiğini ve kendi yediklerinin yanı sıra, birtakım ikramlar da getirdiğini öğrendik. Bu ikramlardan patatesli yumurta yapmaya karar verdik. -Gördüğünüz gibi bir İTÜMAK’lı Allah’ın dağına da gitse patatesli yumurtadan kurtulamaz- Yumurtamız pişerken durum değerlendirmesi yaptık. Akşamdan yola çıkarsak, yolda Buzluk’u (Avukat Emmi’nin tarif ettiği mağara) ölçüp Selo’nun yerine vardığımızda hava kararmış olacaktı. Selahattin abinin elinde ihbar varsa (olmadığını düşünmek istemiyorduk), muhtemelen bize “yarın öğlen maldan dönünce çıkıp göstereyim” diyecekti. Sabah erkenden yola çıkarsak, Buzluk’u ölçüp Selo’nun evine vardığımızda, Selo daha maldan dönmemiş olacak ve döndüğünde bize mağaraları gösterebilecekti. Sabahtan yola çıkmanın daha risksiz ve aynı zamanda, zaman kaybına da yol açmayacağını düşünerek sabah çıkmaya karar verdik.

Altıncı günün sabahı kalkıp pekmezli yulaf ve haşlanmış yumurtalarımızı yedikten sonra Buzluk’a doğru yola çıktık. Eren’i gaza getirerek temkinli bir şekilde ilerlediğimiz çamurlu yolların sonucunda Buzluk’a varınca rahat bir nefes aldık ve İrem ile Mert ölçüm yapmak üzere mağaraya girdi (İşte tam bu sırada Türker arabanın anahtarının yerde olduğunu gördü). İki saat süren ölçümden sonra çamur kaplı tekerleklerimizle Çılgın Selo’nun Çiftliği’ne vardık. Maldan dönmesini karısı ve kızlarıyla beklerken telefonlarımızı çektirmeye tepeye gitmeye karar verdik. Selo’nun küçük kızı Çağla ile kah koşarak kah sekerek ilerlediğimiz yollarda nefesi kesilmeyen tek kişi Çağla’ydı. Çağla’nın İrem ve beni “Aha sen bu kayaya otur bu tarafa doğru tut, sen de gel bu kayaya otur, bu ikisinde çeker.” diye yönlendirmesinden sonra kayalara oturup telefonlarımızı çektirmeyi denedik. Ancak bir sonraki denemelerimizde de olacağı gibi başarısız olduk. Daha tepelere daha tepelere derken her yeri denedik ve hiçbir yerde telefonumuzu çektiremedik. Geri döndüğümüzde evdekilerle sohbet ederken bir anda Selo belirdi. Önce ahraz taklidi yaparak bizi kandırmaya çalışması, daha sonra da kimlik sorup telefon rehberinde neden kimsenin ismiyle kayıtlı olmadığı açıklamasından Selo’nun lakabının ona yakışır bir lakap olduğu belli oluyordu. Önümüze serilen çeşit çeşit yemeklerle karnımızı doyurup çomaç ederken Selahattin abinin “Biri mala gideceğ, ben de size mağaraları gösterecen; ama bah bu kız çocukları gelmesin iki erkek gelsin benimlen” sözlerinden sonra Eren ve Türker mağaraların koordinatlarını almak için çılgın yolculuğa başladı.

Eren ve Türker gittikten sonra İrem, ben ve Mert de Çağla’nın ablası Çiğdem ile birlikte onun telefonunu alarak tekrar telefon çektirmeye gittik. Çiğdem’in telefonunu ilk kayaların biraz ötesinde çektirmeyi başarınca İstanbul kontağımız Gamze’den başlayarak herkesi arayıp haber verdik ve başarılı bir telefon denemesinden Selo’nun evine döndük. Döndüğümüzde Anıl ve Avukat Emmi’yi güneşin altında karşılıklı sigara sararken bulduk ve Mert de onlara dahil oldu. Kısa bir süre sonra diğer belenden Eren ve Türker de Selahattin abiyle birlikte döndüler. Her gün olduğu gibi öğlen yağan yağmurun dinmesini bekledikten sonra hazırlanıp Burhan Düştüğü mağarasına gittik. Yarım saat yol gittikten sonra, döşemeye başlarken önemli bir detayı gözden kaçırdığımızı fark ettik. Perlon çantasını arabada unutmuştuk. Anıl “Arkadaşlar siz yorulmayın, ben geri dönüp perlon çantasını alırım” dedi ve yola koyuldu.

Anıl: Arkadaşlarımın yorulmasına kıyamayıp unutulan perlonları almak için geri dönmeye başlamıştım. Yolu çok iyi bilmediğim için patikayı takip ediyordum. Bir süre sonra galiba soldan tırmanmam lazım dedim fakat patika daha devam ediyordu ve devam ettim. Şansıma evin çatısını bir belene çıkınca görebildim ve ilerledim. eve vardığımda “neden geri geldin?” bakışı vardı. Perlon çantasını aldım tam geri dönecektim ki Selahattin abinin engeline takıldım. “Bekle ben de geliyorum” dedi ve beraber mağaraya doğru malları sürmeye başladık. Artık mala çıkmayı öğrenmiştim. Bir süre sonra ayrıldık ve mağaraya ilerlemeye devam ettim.

Artık malzemelerimiz de tam olduğuna göre döşemeye başlayabilirdik. Gözlem yapıp uygun yerleri belirleyen Türker ve ile işe koyulduğumuz esnada, doğudaki bir belende Güneyli Selo beliriverdi. Topraktan öğrenip, kitapsız bilen Selahattin abi, döşemeyi nasıl yapmamız gerektiğini Türker’e anlatmaya başladı. Güneyli Selo’ya göre yapmamız gereken: yıllar önce rahmetli Burhan abinin mağaraya girmek için kullandığı ağacı alıp, mağaranın girişine yatay olarak atmak ve ipimizi o ağaca bağlayıp, bir komando edasıyla aşağı inmekti. Selahattin abiye dahiyane planı için teşekkür edip, işimize koyulduk. Fakat bu sefer de, Selahattin abi, hiçbir şekilde mağaraya bolt çakamayacağımızı söyledi.Türker mermere bile bunu çaktığımızı söyledi, ancak Güneyli Selo, “bu yörenin taşı başka hiç bir taşa benzemez, çakamazsınız” diye ısrar etti ve boltu çakmamla sessizliğe büründü.

Rahmetli Burhan abinin anısına mağaramızı bitirdikten sonra Eşek Kandağı mağaralarını araştırdık ve dönüşe geçtik. Ne yazık ki hava kararmıştı, kafa lambalarımızı açıp yola devam ettik. Bu esnada kamptakiler -haklı olarak- bizden meraklanmış ve yavaş yavaş bizi karşılamak üzere yola çıkmışlardı. Güneyli Selo bizi belenin üzerinde gördü ve her zamanki gibi eğer köylüsü olsaydık bizi vuracağını söyledi ve birlikte eve gittik. Selo’nun evinde sıcacık çorbalarımızı içtik ve Selahattin abinin tüm ısrarlarına rağmen evinde yatmayı reddedip kampımızı kurmak istediğimizi belirttik. Çok şükür ki, Selahattin abinin köylüsü olmadığımız için bu sorunu da hasarsız atlattık.

Arabaya binip 50 metre ilerideki kamp alanına gittik. O esnada çadırları kurmak için arabayı biraz daha geriye almanın daha doğru olacağını düşündük, fakat Eren arabaya bindiğinde birtakım şeyler ters gitmişti. Çok fazla süre geçmeden sorun anlaşıldı, korkulan olmuş, arabamızın aküsü bitmişti. Kısa bir istişareden sonra en mantıklı olanın yarına kadar bekleyip, Kazancı Belediyesi’nden tanıdıklarımızı arayarak yardım istemek olacağına karar verdik.

Sabah olduğunda kahvaltımızı yapıp arabayla ilgilenmeye başladık. Herkesin aklına gelebileceği gibi bizim de aklımıza ilk olarak arabayi vurdurmak gelmişti fakat birkaç umutsuz denemenin ardından arabanın otomatik olduğunu hatırlayıp durduk. Birkaçımız telefona belediyeyi arayip yardim istemeye giderken Anıl, Mert ve Türker bir önceki gün hava kararmaya başladı diye bıraktığımız mağaralardan birini ölçmeye gitti. Geri döndüklerinde yardım daha gelmemişti. Sonrasında kesin yemek yemişizdir.

Selonun çardağında otururken Çağla, ablası ve annesinin malları sağmasını izliyorduk. Malların sağılması bittikten sonra annelerle yavruları yan yana getirdikleri sırada Çağla kucağında Hodor’uyla “Hodorum,…, Hodorum” diye diye Hodor’un annesini arıyordu. Hodor ile annesini kavuşturduktan sonra, Çağla yanlışlıkla kafasını ona değdiren keçinin kafasını önce bir eliyle tuttu sonra gerindi gerindi ve hayvanın kafasına tokadı geçirdi. Neler olduğunu anlayamayan biz kahkahalara kapıldık. Yoldan geçen bir araçtan akü için yardım istedik fakat akünün (-) kutbunun saklı olması akünün 17 farklı sigortaya garip gurup bağlı olması nedeniyle arabanın sahibi, araba tamiriyle uğraşan abimiz, gitti. Neyse ki çok geçmeden belediyeden yardım geldi ve akü aktarmasını yapıp arabayı çalıştırabildik. Ve vedalarımızı ettikten sonra (i)Remzi’nin yaylaya doğru İremzi’nin biraderinin yanına gittik ve ondan mağaranın yerini öğrenip 7 kendir bağlayıp inemedikleri mağaranın az berisinde bizden çok ötede yaşayan Dede’nin evine doğru yola çıktık.

Mağaranın ilerlerdeki tepelerden birinin üstüne tek duran bir ağacın yanında olduğunu söyledikleri için arabadan inip tarife uyan bir tepeyi çıktık bakındık bakındık mağara bulamadık ama bir hayvan güden bir teyzeye sorduğumuzda ilerlerdeki kırmızı çatılı eve gidin dedi, biz de gittik. Vardığımız evi Dede’nin evi sandık, oradakilerle birlikte çay içip peynirle çomaç ettik. 1 saat muhabbet ettikten sonra adamın aradığımız Dede olmadığını anladık. Hava kararmak üzereydi ve o evden de çıkıp asıl Dede’nin yolunu tuttuk fakat yolda arabanın geçemeyeceğini düşündüğümüz su birikintisi çıktı karşımıza. Geri dönüp evin yanında kamp kurduk ve evin köpeğinin havlamasıyla geceyi sonlandırdık.

Sabah olup da kalktığımızda yedi kendir bağlayıp inemedikleri mağaranın yolunu tuttuk. Su birikintisi hala oradaydı ama Mehmet Mert’in baton batırıp “geçer abi araba geçer ya” diye Eren’i gaza getirmesinden sonra Türker’e sessizce “Türker geçer di mi araba buradan?” sorusunu sorduğunu bilmezken arabayla o birikintiden geçtik. Sağ salim yolumuzda devam ederken bir anda önümüze iki yanı tarla olan çamur su karışımı bir yol çıktı. Bu yoldan gaz kesmeden devam etmemiz gerektiğini biliyorduk ancak Eren’in mükemmel şoförlüğüne rağmen araba çamura saplandı. Hazin son gelmişti.

Ayaklarımızı feda edip çamura girerek arabayı itme çalışmalarına başladık. Birkaç kez denedikten sonra olmayacağını anladık ve arabadaki poşet ve pet şişelerle suları tahliye etmeye çalıştık. Tekerleğin suda olup görünmeyen kısımları görünmeye başladıkça “oluyor oluyor” diye gaza geliyor ve devam ediyorduk. Aynı zamanda etraftaki dalları ve odunları da toplayıp lastiklerin önüne koyuyorduk. Uzun uğraşlar sonucu arabayı bataklıktan kurtarıp ilerlediğimizde tek düşüncesi arabayı bir yere park etmek olan Eren, park edip durduğunda benzin az olduğu için arabanın gaz yememesi üzerine kelimenin tam anlamıyla çıldırdı. Artık tek düşüncemiz nasıl döneceğimizdi. Arabanın dönüş yolunda da aynı bataklığa gömülmemesi için çakılarımızdaki testereyle etraftaki otları kesiyor ve yola koyuyorduk.

Tam da o sırada bizi merak eden İremzi abi ve Avukat Emmi iki arkadaşlarıyla birlikte L200’leriyle yanımıza geldi. Arabaya ne olduğunu bir süre anlamaya çalıştık ama anlayamadık. Abiler mağaranın yakında olduğunu söyleyince eşyalarımızı alıp hep birlikte yola koyulduk. Vardığımızda Eren ve Türker mağaraya indi. İki bolt çaktıktan sonra devam ettiler ve atılan taşların sesinden mağaranın daha derin olduğunu anlayıp delice sevindik. Eren ve Türker inmeye devam etti, ancak tam da inişin başında bolt bulunca mağaraya daha önceden girilmiş olduğunu anlayıp mağaradan çıktılar.

Toparlandıktan sonra arabaların yanına geri döndük ve “çalışacak mı çalışmayacak mı” soruları kafamızda dönerken arabalara doluştuk. Türker, İrem, Mert ve Anıl L200’ün kasasında Eren ve ben ise Eren’in arabasında bataklık olan yerden geçtik ve İremzi abinin evine vardık. Evde önce çomaç edip daha sonra “batırık” ve kuru fasulye yedik. Yardımları için teşekkür edip İremzi abilere de veda ettik ve hızlıca dönüş yoluna geçtik.

Az olan benzinimizle az da olsa gergin bir yolculuk sonrası ilk işimiz belediyeye gidip İbrahim abi ile çay içmek oldu. O gece için yorgun olduğumuzdan bir gece daha kamp atıp sonrasında yola çıkmaya karar verdik. İbrahim abi ile birlikte Zeyve Pazarı olan şelaleli piknik, kamp alanına gittik.

10 günün yorgunluğunu bol sohbet ve kahkaha ile attıktan ve İbrahim abi ile vedalaştıktan sonra çadırlarımıza gidip temiz bir uyku çektik. Sabah kalktığımızda kahvaltı edip yola koyulduk. Çatalhöyük’e uğrama planımızı orada bir şey kalmadığını öğrenince Konya Arkeoloji Müzesi’ne gitmek olarak değiştirdik. Konya Arkeoloji Müzesi’ne olan kültürel gezimizi de tamamladıktan sonra dönüş yolumuza devam ettik. 20 Haziran akşamı geride hatırlandığında ilk zamanki etkisini her zaman hissettirecek güzel anılar bırakarak evlerimize dağıldık.

Beliz Aydın, İrem Kapucuoğlu